2.8.05

Preparations for The Big Chill Festival




I am at Flav's at the mo, me on the computer, flav on the sewing machine, doin the final touches to the shirts we are gonna sell tomorrow!

its already 01.00 am and we are still up and we should be leaving the house latest 7.30 plus we need to load the car with all the clothes and bits and bobs!!!

We are both very excited about this festival, we will set up our stall tomorrow mid day and start trading on thursday, and will be there till sunday, i can't wait till we get back and have lots of memories from this festival...

Flav, i am writing all these stuff as a memory, one day may be in a couple of years time, we'll look back and read these and laugh:)
Flav's brand name is called COCO GOGOYA, and the clothes rock, they are great, designed by Flavi...k

I will write more comments about the festival once we are back...






7.7.05

Londra'da Bomba

Bu sabah Londra'da 6 farkli yerde bomba patladi, bu yuzden de moraller sifir, insan hayati ne garip, birileri gelip senin ve sevdiklerinin canini bir dugmeye basarak aliyor, ve bunu yaparkende kendilerine gore bir sebepleri var. Su anda Londra'da tum trafik ve ulasim durdu, olaganustu hal ilan edildi, televizyonlarda ha bire "buna hazirlikli degildik" diyorlar!!!! Nasil hazirlikli degildiniz, Amerikadan sonra Ingiltere'nin gelecegini sokaktaki cocuk bilirken hazirlikli olmamak, hazirlikli olsaniz ne farkederdi ki, engelliyebilecekmiydiniz? Umarim bu olaylar tekrarlanmaz diye bir cumle yazmayada gerek yok sanirim, cunku dunya dondukce insanlarin icinde iyilik ve kotuluk hep bir arada yasamaya mahkum, ve biz sevdiklerimizi yada baskalari sevdiklerini kaybetmek zorunda, bu da odedigimiz diyet mi ola?

6.7.05

DEGISIK


Baska turlu bir sey benim istedigim,
Ne agaca benzer, ne buluta benzer;
Burasi gibi degil gidecegim memleket,
Denizi ayri deniz, havasi ayri hava;
Nerde gorduklerim, nerde o bekledigim kiz
Rengi baska,tadi baska.

21.5.05

Mektuplariyla Halikarnas Balikcisi - Azra Erhat

Arkadaşlık dünyayı paylaşmaktır. Aşk gibi.

Gördüğü her şeyi upuzun bir zamanın içindeki etkileşimleriyle yaşayan iki insan... Birbirlerine açılırken kendilerini de açan. İnsanı insan yapan kültürü anlama ve kavrama arzusuyla serpilen bir ilişki. Özlemin kırbaçladığı, dolu dizgin mektuplarla çoğalan dal budak salan arkadaşlık, dostluk, gürül gürül Anadolu ve güneşin altındaki dünya... Karşı duramadıkları bir istekle, kimi zaman sevecenlikle, kimi zaman öfkeyle ama hep coşkuyla tartıştıkları konu ise, doğumla ölüm arasındaki çizgide nedir bir insan olmak? Kültüründen arındığında ne kalır insandan geriye? Kültür nedir? Doğu kültürü, Batı kültürü diye dünya insanlarına dayatılan yapay ayrım ne götürüyor insanın yaşamından ve ardında bıraktığı tarihten?

Yaşama coşkusunu bilme tutkusuyla besleyen Halikarnas Balıkçısı’nın düşünce dünyasında gezinirken, iç dünyasına tanık olurken insanlığa ve insanı besleyen toprağa yeniden bakma isteği, kendiliğinden ateşleniyor.

100'luk Ulkeden Mektuplar - Feride Cicekcioglu

Uçurmayı Vurmasınlar, Sizin Hiç Babanız Öldü mü, Suyun Öte Yanı, adlı kitaplarıyla tanıdığınız Feride Çiçekoğlu'dan mektup biçiminden yazılmış yeni bir öykü kitabı. 100'lük Ülke'den Mektuplar, yolculuklar boyunca yazılmış pasaportsuz mektuplar; vapurlarda, dolmuşlarda, uçaklarda ve uzaklarda; geçmişe ve geleceğe... Aidiyetsiz görünen, ama 100 ASA'lık filmin ışığından kaçamayan, çoğu kez hiç rastlanmamış kişilere yazılmış on iki mektup... Söylenmemiş aşklara, varılmamış ütopyalara, gidilmemiş kentlere dair... Sonuncu mektup, Zürih Havaalanı'nda Moskova uçağı için adıyla çağrı yapılan ve adından başka hiçbir ipucu vermeyen Mrs. Tunsevich'e:

"O günden bugüne, ne zaman yolum havaalanlarına düşse, Moskova uçakları için yapılan çağrıları dinledim ve hep sizi gözledim. Yalnızca Moskova'ya giden uçakların değil, Montreal'e, Johannesburg'a, Rio'ya, Tokyo'ya ve Oslo'ya gidenlerin bekleme salonlarında bile sizi aradım. Bir tek New York uçaklarına yaklaşmadım, çünkü onlarda gençliğime rastlamaktan korkarım. Sığınacak bir yer bulabildiniz mi Bayan Tunsevich? Bulduysanız bana da söyleyin... Söyleyin bana, kendimi yurdumda hissedeyim...

Ogluma Avrupa Mektuplari - Zeynep Gogus

Bu sabah Meis Adası'nda öten horozun sesiyle uyandım. Meis’in horozuna epeydir kafayı takmış durumdaydı. Diyordum ki, o Avrupalı bir horoz, çünkü Meis bir Yunan adası! Seni ilk tatiline getirdiğim büyükbabanın yazlık evi ise Meis’in karşı kıyısında. Kaş’ın sivri ve uzun burnu olan Çukurbağ Yarımadası’ndaki evlerle Meis arasındaki mesafe bir milden az. Mesi’teki horozların şarkısı ile Kaş’takilerin türküsü birbirini kucaklar. Oysa Yunan adası olduğu için Avrupa Birliği toprağı sayılan Meis’te öten horoz Avrupalıdır. Kaş’ta ötenler ise kimine göre Asyalı, kimine göre Ortadoğulu. Akdenizli bile değil...

Kendi kültürüne dört elle sarılan, Avrupacı olmayı reddeden, ama Avrupa’yı Türkiye’nin çağdaşlaşma hedefinin ara duraklarından biri olarak gören bir araştırmacı yazar Zeynep Göğüş. Euro’dan ulusal egemenliğe, bütünleşme tarihinden tarım politikalarına kadar Avrupa Birliği’ne dair bilinmesi gereken pek çok şeyi üç yaşındaki oğluna yazdığı mektuplar kanalıyla bizimle paylaşıyor. Türkiye’nin yakın tarihindeki gündemini belirleyen konuların başında gelen Avrupa Birliği sorununun temellerini, ülkemizi bu birleşmeye götüren aşamaları, bu konuda eğitimli ve deneyimli bir uzman gazetecinin gözlem ve görüşlerini anlaşılır, yalın bir dille sunan Oğluma Avrupa Mektupları, içtenliğinden ve dünyayı anlama çabasından hiç vazgeçmeyen bir annenin oğluna yazdığı mektuplar.

Alev alatli'dan Orhan Pamuk'a Mektup

http://www.itusozluk.com/goster.php?t=alev+alatl%FDdan+orhan+pamuka+a%E7%FDk+mektup
orhan pamuk'un türkler 1 milyon ermeniyi, 30 bin kürdü öldürdü sözlerinden sonra alev alatlının yazdığı uzun soluklu açık mektup.

" 'barış, hakikat ve adalet adına...' ibaresi 1894-96 yıllarında türkiye’de görev yapan ingiliz topçu yüzbaşı charles boswell norman’a ihtiramın ifadesidir. ermeni “soykırımı” meselesinin günümüz kamuoyunda “kanlı türk tarihinin muhtemel bir süreci” olarak algılandığını tahmin etmekteyim. mektupta istatistiklere, münferit olaylara yer ayırmamamın nedeni bu haksız algılamadır. birden fazla halkı ilzam eden facialara, münferit olaylara yer ayırmak demek “bizim” yaptığımız “soykırım” - her ne idiyse - haklı nedenlere dayanıyordu şeklinde bir tartışmaya girmek demek olurdu, oysa bu topraklarda yaşananlar haklı ya da haksız olma keyfiyetinin çok fevkindedir. yokedilen insan ve mal varlığına kaba sayılar olarak bakıldığında esası itibariyle avrupalı ve açgözlü bir ideoloji ve uygulamanın bölge insanlarına reva gördüğü ile osmanlı yöneticilerinin tutumları hiçbir şekilde kıyaslanamaz. bu mektubun muhatabı gibi ben de bir takım ölçütlere göre kabasaba, hatta belki olmasa da olur bir ulusun sülbündenim. bu nedenledir ki, ulusumun zaaf ve yetersizliklerini gözden kaçırmamaya vargücümle özen gösterdim. ancak, emperyalist kurgu, tahrik ve kıyıma ilişkin hemen hiçbir şey söylemeyen batılı aydınların ve onların (hiç kuşkusuz “liberal”) yerel batılılaştırmacı müttefiklerinin, türkiye cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanan yakın tarihimizi değerlendirirken kullandıkları lânetleyici dilin, balkanlar’da, kırım’da ve kafkasya’da katledilen ve göçe zorlanan çoğunlukla türk nesebinden milyonlarca müslüman sözkonusu olduğunda tarafsız bir dile dönüşüyor olmasına isyan ediyor, türkiye cumhuriyetinin bu topraklara sağ varmayı başarabilmiş sığınmacıların ahfadından oluştuğunu gözardı etmenin alçaklık olduğunu düşünüyorum. avrupalı olmayan halkların özelliklerinden birisi de alternatif tarihlerini oluşturabilecek sivil belgelere, güncelere, edebiyata sahip olmamalarıdır. oysa, 1910’larda osmanlı imparatorluğu’na ilişkin düşmanca tutumuyla ünlenen ernest renan’ın kelimeleriyle: “bir devleti kurtaran kuvvet manevi bir uyanıştır. bu milli ve romantik bir edebiyat demektir. türkiye’de böyle bir edebiyat yoktur ve olamaz. türk romantikleri hangi intikam duygularını çoğaltacaklardır? türkiye’de öyle birşey yoktur. türk edebiyatı sükûnet ve tasvir edebiyatıdır.”(2) türkler, araplar, kürtler ya da iranlılar, bölge halkları için geçerli olan bu olgunun sonucu, deneyimlerinin, uğradıkları haksızlıkların, trajedilerin, emel ve ideallerinin yaşanan gerçeklerle doğrudan bağlantısı olmayan, sorumluluğunu taşımayan kalemler tarafından takdim edilmesidir. bu kalemler, batının türkler ve müslümanlara karşı yüzlerce yıllık önyargılarından kaynaklanan kültürel şablonlarından kurtulamazlarken, aynı kaynaklardan beslenen yerli aydınlarımızın bizi güçlükle katlanılabilen bir belâ konumuna indirgeme eğilimlerine büyük bir hevesle katkıda bulunmalarına içerliyor, teessüf ediyorum. yaşanan her trajedinin batılı ideoloji ve uygulamaların sonucu olduğu şeklindeki yorumlar kadar, belirli bir tarih görüşüne uydurulamayan ya da istenen sonuca götürmeyen her eylemin barbarlık, ilkellik olarak nitelendirilmesinin bölge ve dünya barışına hizmet etmediğini savunuyor; ve nihayet, yine bir avrupalı ideoloji doğrultusunda rakip olduğu düşünülen bir ırkı yeryüzünden silme girişimi olan “genocide” uygulamasının türklerin de üstesinden gelebilecekleri bir proje olduğu savını hayretle karşılıyor, bu çabanın auswitz’de, bersen’de can veren yahudilere reva görülen dehşeti evcilleştirmeye yönelik olabileceğinden kuşkulanıyorum. (...)

pamuk’a gelince…orhan pamuk’a gelince: teessüf ettiğim, pamuk’un müslüman ve türk kimliğinin son artıklarından kurtulma, avrupalı düzene entegre olma azmi değil, bunu çok gördük. teessüf ettiğim, pamuk’un batı medyası nezdinde inanılırlık ihdas etme çabası içinde türkiye’yi batı medeniyetinin anti-tezi olarak küçümsemesi de değil, bunu da çok gördük. teessüf ettiğim, özetleyegeldiğim faciaya rağmen yaşayakalmakta başarılı olmaktan gayrı bir ayıbı olmayan türkiye’nin şamar oğlanı yapılmasına seyirci kalmaktan öte yüreklendiriyor olması. teessüf ettiğim, bir türk yazarının başarısından duyduğum keyfi böylece boğazıma tıkarken, bu toprakların insanlarının batı kamuoyu nezdindeki başarılarının hemen her zaman liyakat dışında bir takım pazarlıklara tabi olduğu şeklindeki sakatlayıcı duyguyu bir kez daha hortlatmış olması."


yazının tamamı http://www.alevalatli.com/ sitesinden okunabilir.

Turk siir ve edebiyati sitesi

http://www.turksiiri.org/

derli toplu guzel icerikli bir site

Mektup Turleri

Mektup Türleri
Kişisel MektuplarYazınsal ve Düşünsel MektuplarResmi Mektuplar, İş Mektupları
Kişisel (Özel) Mektuplar

Arkadaşlık, aile bağları, aşk gibi herhangi bir yakınlığı olan iki kişinin birbirine duygu, düşünce ve yaşantılarını samimi bir üslupla ve yazılı olarak anlattığı mektuplardır.Özellikleri:- Konu ve uzunluk sınırı yoktur. - Yaşamın her anı, her alanı ile ilgili olarak yazılabilir. - Mektup yazan kişi ile mektubun yazıldığı kişi arasındaki ilişkinin gücü ve derinliği, mektubun içeriğini ve özelliklerini belirler. - İçtenlik ve kişisellik esastır. - Konuşma üslubu hakimdir. - Yazım ve noktalama kurallarına özen gösterilmelidir.Bazı mektuplar, bir yere davet etme, bir başarıyı ya da özel günü kutlama, başsağlığı veya geçmiş olsun dileği iletmek amacıyla kaleme alınabilir. Bu türden mektuplar genellikle kısa olmakla birlikte kişiler arasındaki ilişkiye bağlı olarak uzunluğu-kısalığı değişebilir.Sanat, siyaset, edebiyat, düşünce adamlarının birbirlerine, ailelerine, sevgililerine yazdıkları mektuplar, onların yaşamlarına ve dönemlerine ışık tutan birer belge niteliği taşır. Örneğin Van Gogh’un kardeşine yazdığı mektuplar Theo’ya Mektuplar, Kafka’nın sevgilisi Milena’ya yazdıkları Milena’ya Mektuplar, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun kardeşlerine yazdıkları Kardeş Mektupları, Cahit Sıtkı Tarancı’nın mektupları Evime ve Nihal’e Mektuplar, Ziya’ya Mektuplar adıyla kitaplaştırılmıştır.

Yazınsal ve Düşünsel Mektuplar

Herhangi bir düşüncenin, duyuşun belirli bir kişiye değil, belirli bir okur kitlesine ya da tüm insanlara ulaşması için mektup şeklinde kaleme alınmasıdır. Bazan bir gazetede ya da dergide yayınlanabilir (Örnek: Nurullah Ataç, Okuruma Mektuplar) bazan da toplumsal, düşünsel, sanatsal nitelikli mektuplar bir kitap halinde toplanabilir (Örnek Descartes- Ahlak Üzerine Mektuplar).

Resmi Mektuplar, İş Mektupları

Bir talebi ya da siparişi bildirmek, bir soruna açıklık getirmek, iş başvurusunda bulunmak, bir üst makama belirli bir durumla ilgili bilgi iletmek vb. amaçlarla kişiler ile kişiler, kişiler ile kurumlar ya da kurumlar ile kurumlar arasında yapılan yazışmalardır.Özellikleri:-Kuruma ya da kişiye yönelik hitapla başlanmalıdır.-Ad, adres, tarih belirtilmelidir. -Açık, temiz, düzgün bir Türkçeyle kaleme alınmalıdır.-Amaç açıkça belirlenmelidir.-Birden fazla sorun söz konusuysa maddeler ya da paragraflar halinde belirtilmelidir.-Saygılı, ciddi bir dil ve üslup kullanılmalıdır.-Mektup bir kurum tarafından yazılıyorsa, kurumun antetli kâğıdı ve zarfı kullanılmalıdır.-Daha önce yazılmış bir mektuba karşılık olarak yazılıyorsa, “ilgi” başlığı altında hangi tarih ve hangi sayılı, hangi konuyla ilgili yazıya karşılık olduğu belirtilmelidir.-Sorun, durum ya da dilek açıkça ve kısa cümlelerle belirtilmelidir. -Sonuç cümlesinde makamlar arasındaki hiyerarşik düzene dikkat edilmelidir. Üst makam alt makama yazıyorsa ya da makamlar arasında denklik varsa “rica ederim”, alt makam üst makama yazıyorsa “saygılarımla arz ederim” ifadesiyle cümle tamamlanmalıdır (“...durumu bilgilerinize saygılarımla arz ederim”, “... gereğini saygılarımla arz ederim” gibi). -Kurumdan kişiye ya da kuruma yazılıyorsa kurumun en üst makamı tarafından, kişiden kişiye yazılıyorsa yazan tarafından imzalanmalıdır.-Ek belgeler mektubun sonunda “Ekler” başlığı altında ve maddeler halinde belirtilmelidir.-Bilgisayarla ya da daktiloyla yazılmalıdır.-Çizgisiz beyaz kâğıt kullanılmalıdır.-Yazım ve noktalama kurallarına uyulmalıdır.
::
mektupcu.com güvercini::http://www.mektupcu.com/mektupturleri.htm

Tanpinar'in Mektuplari

Hazırlayan Zeynep Kerman

Tanpınar'ın çoğunluk Ahmet Kutsi Tecer, Adalet Cimcoz, Mehmet Kaplan ve Tarık Temel'e yazdığı mektuplarından oluşan Tanpınar'ın Mektupları, onun hayatını, mizacını ve sanatını anlamamıza yardım edecek önemli bir eser. Mektuplarda okuyucu Tanpınar'ın iç dünyasına girerek, onu daha yakından, arzuları merakları, dikkatleri, acı ve ızdıraplarıyla tanıyor, eserlerindeki mükemmeliyete ulaşmak için geçirdiği çetin hazırlık devresinin buhranlarını yaşıyor. Dr.Zeynep Kerman'ın yeni harflere çevirerek okuyucuya sunduğu bu mektuplar Tanpınar'ın sanatının, fikrinin alt yapısını ve o dönemin edebi ortamını anlamamız bakımından da büyük önem taşıyor. Kitap 91 mektuptan oluşuyor .

Yazar Mektuplari - Sema Rifat

Sen bu mektubu okurken...
“Hiçbir türsel kurala uymaz mektup, özgürlüğü sonsuzdur. (..) Yıllar sonrasına, geleceğe seslenen mektuplar gönderilebildiği gibi, yıllar öncesinden gelen mektuplar da alınabilir. Yeri geldiğinde bir “dost”tur mektup, seslenen kişiyi de seslenilen kişiyi de yalnızlıktan kurtaran bir dost, güzel haber veren bir dost; ve mektup kahredici bir “düşman” kimliğine bürünür kara haber verdiğinde.” [Sema Rifat]

“Sen bu mektubu okurken”le başlayıp “canımla kucaklarım”la biten bir mektubu en son ne zaman okudunuz? Soruyu daha net sormak gerekirse, en son ne zaman mektup okudunuz? Teknolojinin hız kesmeyen gelişimi sayesinde, “modern” iletişimin son moda nimetleri olan elektronik postalar ve kısa mesajlarla kurduğumuz ilişkiler ağı içinde boğulup giderken, özenle yazılan mektupları, üstlerine parfüm sıkılıp seviliye yollanan zarfları, titizlikle seçilen pulları kaçımız hatırlıyor acaba?

Sema Rifat’ın hazırladığı Mektup Seçkisi/Yazar Mektupları Abdülhak Hamid’den Cemal Süreya’ya, Lorca’dan Joyce’a Türk ve dünya edebiyatının tanınmış yazarlarını biraraypa getirirken unutulmuş bir alışkanlığı da tazeliyor. Yazarların yayıncılarına, sevgililerine ve dostlarına yazdıkları mektuplar, “^geri dönüşüm kutusu”na atılma tehlikesi olmayan duyguları - acıları, şikayetleri, sevinçleri ve özlemleri- seriyor okurun önüne. Kitaplarından bize yansıyanlarla tanıdığımız yazarların gerçek yaşamlarına ışık tutan bu kitap, edebiyat dünyasının çalkantılı tarihine de tanıklık ediyor. Ülkelere göre düzenlenmiş bölümlerde sunulan mektuplar edebiyata “içeriden” bakıyor. Mektup yazma alışkanlığını yeniden kazanmak isteyen edebiyat tutkunları için...

31.3.05

Stockholm'de Olum -BUKET UZUNER

- Daima dostum B.L. için -

"Askere gitmeyi reddettiğim içim, babam da beni evlatlıktan reddetti." Sinirli bir kahkaha atıyorsun. Şakaklarında damarlar dışarıdan görülür biçimde zonkluyor. "Askere gitmek yerine, iki yıl düşük ücretle sivil görevli olarak çalışacağım. Belki bir çıcuk yubası, belki bir Barış Enstitüsü ya Afrika Yardım Progarmı'nda." Durup dağılmış parçalarını topluyor, boğazını temizliyor, daha sakin devam ediyorsun: "İki yıl uzun bir süre, ama olsun. Hiç değilse barış için çalışmış olacağım!" Cebinden bir paket sigara çıkartıyorsun; Prince. Öakmağı yakarken ellerinin titrediğini görüyorum. Oturduğun yerde iğneler varmış gibi kıpır kıpır, rahatsızsın. "Uzun bir dilekçe yazdım. Neden savaşa karşı olduğumu, silahlara ve savunma bütçelerine harcanan paranın kısılması gerektiğine inandığımı anlattım. Bu nedenle askere gitmeyi reddettiğimi belirtip, imzaladım." Bir an durup, beni süzüyorsun. Hiç tepki vermeden dinliyorum. "Dilekçemi Savunma Bakanlığına yolladım. Bir kopya da babama postaladım. Benimle gurur duyar diye..." Yine dağılıyorsun. Şakakların atmaya başlıyor, gözün seeyriyor. Tıpkı bir oğlan çocuğu gibi oturuyprsun karşımda. "Benim gibi bir oğlu olmadığını yazdı bana. Zaten beni hep beceriksiz ve idealist bulurdu babam, böylece kurtulmış oldu benden, hah ha!" Berbat bir kahkaha, vahşi bir sesle ağzından fışkırıyor. Bakışıyoruz. Beceriksizce toparlanmaya çalışıyorsun. Titreyen ellerin yeniden Prince paketine uzanıyor. "Ellerim hep böyle titrer benim, yeni bir şey değil!" diyorsun. Sesinde apaçık bir kafa tutma var. Sarı ipek saçların, başında ipil ipil salınıyorlar. Gözlerinin yumuşak, berrak maviliğinde bazen inatçı parıltılar yanıp sönüyor. Sakalın saçlarından bir ton koyu. Burnun çok özenerek, kalemle çizilmiş gibi düzgün, kanatsız, ucu kalkık. Çok güzel iri dudaklar, sağlıklı bembeyaz dişler. Bebek teninde ne bir sivilce, ne bir özür. Her şey öyle mükemmel, öyle göz alıcı ki; seyretmeye doyamıyorum. Böylesi bir güzeelik gerçekten var olabilir mi? Olursa, bana bu kadar yakından kendini seyrettirebilir mi? Gerçek misin diye dokunmak istiyorum, düş kırıklığına uğramaktan çekinip vazgeçiyorum. Onun yerine eve dönüp Venedik'te Ölüm'ü bir kez daha okuyorum. Bir film şenliğinde tanışıyoruz. Fransız Sinemasını çok iyi tanıyor, uzun uzun anlatıyorsun. Fransızcanın aksansız olduğunu anlıyorum hemen. Uzun boyuna bakıp, seksenbeşten fazla olmalı diye düşünüyorum. Dar kalçaların ve uzun bacakların sımsıkı bir kadife pantolonun içinde çok çekici görünüyor. Şık bir gömlek üzerine, nefti bir süveter giymişsin. Kahverengi süet montun ve botların var. Tırnakların düzgün kesilmiş, ellerin bakımlı ve sürekli titriyor. Amerikan sineması ucuz filmler için çok para harcıyormuş... Lafını pat diye kesip, soruyorum: "Bu kadar yakışıklı olmak nasıl bir şey?" Şaşırıp kalıyorsun. Biraz utanıp, sonra sevinçle gülümsüyorsun. "O ben miyim?" Evet, seni hem çok güzel, hem de çok yakışıklı buluyorum. Dakikalarca, bazen saatlerce seni seyrediyor, yine de bıkmıyorum. Dehşetli bir haz bu! Ne zaman sokakta beraber yürüsek, kadınların kıskanç bakışlarını üzerimde duyumsayıp, kıkır kıkır gülüyorum. Oysa sen bütün bunları görmezden geliyorsun hep. Öünkü: "güzelliğin kalitesi olmalı" diyorsun. Tepeme dikilip, güzelliğin, akıllı ve aydın olmak anlamına geldiğini binlerce kez tekrarlıyorsun. Kendi güzelliğini "vulgar" buluyorsun. Kavgalar ediyoruz. Alooo, Evet. Bir daha söyler misiniz? - Yoksa sen misin Lasse? - Heyy, neredesin? - Stockholme'e mi gidiyorsun? - Dur bir dakka, şimdi neredesin? - Harika! - Efendim? - Ayy çok heyecanlandım - Sesini duymak ne güzel - Elbette çok isterim - Nasıl özledim seni - Tamam - Yeri ve tarihi iyice belirt - İki günde gelir mektubun - İnanamıyorum ki! - Çok sevindim - Tamam - Hoşöakal, Ha det bra! "Yine de bende bir şeyler eksik!" Somurtup bakıyorsun yüzüme. "Hayır" diyorum. "Bu senin kuruntun. Haksızlık ediyorsun kendine. Üç yabancı dili aksansız konuşuyorsun. Felsefe tahsil ediyorsun. Çılgınlar gibi okuyorsun - Carlos Castenade krizindeydin o günlerde. - Resim ve sinema bilgin, uzmanları kıskandıracak denli zengin. - Geçen hafta resim klübünde Francis Picabia saatinde seni yine güçlükle kürsüden indirebildik. - Sonra biliyorsun, inanılmaz bir güzelliğin var..." "Yine de bende bir şeyler eksik." "Saçmalama Lasse, harika bir insansın sen. Söyle bakalım, cebindeki son parayı Küçük Paris Lokantasında balıklı krep suzet yemeye yatıracak çılgın birisini tanıyor musun?" İlgisizi görünmeye çalışarak, ama bütün kulaklarınla dinliyorsun. "Sonra, sevgilisi en yakın arkadaşıyla çekip gitti diye bir yıl dünyadaki bütün kadınlardan nefret edip fakat yeniden 'Dünyanın en harika kadınına' çıldırmış bir heyecanla âşık olacak kadar duygusal, cıak bir başkasını tanıyor musun? Galiba çok mükemmelsin ve bu da sana bol geliyor, bunalıyorsun!" Ciddi miyim diye yüzümü arıyorsun. İnanınca, sevinçle gözlerin parlıyor. Kollarını boynuma dolayıp, soruyorsun: "Sahi beni böyle mi görüyorsun?" Öfekelenip, yerimden fırlıyor, bağırıyorum: "Hayır, seni böyle görmüyorum, sen böylesin!" Güzel yüzün gölgeleniyor, surat asıyorsun. "Yine de senin gibi olamıyorum. Benden yalnızca iki yaş büyüksün, ama on yıl fazla akıllın." Öaresiz bir sesle bininci kez tekrarlıyorum: "Çünkü hangi konularda kendime güveneceğimi bi-li-yo-rum!" Suçlu suçlu yüzüme bakıyorsun: "Gördün mü, bende bir şeyler eksik." Aloo, aa merhaba, nasılsın? - Evet, mektubunu aldım. Vize alabilirsem geleceğim - Evet iki gün için vize - Hayır, şaka yapmıyorum, vize gerekiyor - Bir aksilik çıkmazsa haftaya Sockholm'de olacağım - Ne harika değil mi? - Ah seni ne çok özledim sevgili Lasse! - Ben de - Efendim? - Ben de merak ediyorum, sakalın uzun mu? - Sürpriz mi? Peki - Hayır, en ucuzu feribotla gelmek - Viking Line - On dört saat sürüyor - Tamam. Hoşçakal - Hei. "Ne zaman sinemaya, lokantaya, ya da konsere gitsem, bütün başlar bana dönük, işte yine yalnız, işte yine burada diye düşünüyorlar. Bakışları derimin altına dek giriyor. Kaşıntı yapıyor, terliyorum... Ne paranoyak değil mi? Ha hah." Deli bir kahkaha atıyorsun. "Evet" diyorum. "Gerçekten öyle. Fakat neden başkalarının ne düşündüğünü bunca çok önemsiyorsun? Biraz da kendini düşünsene Lasse." Yanıma gelip oturuyorsun, ne güzel kokuyorsun yine. Gözlerini yüzüme dikip, beni seyrediyorsun. Bense bu güzelliğe doyamıyorum bir türlü. Ne katıksız, ne olağanüstü bir güzellik bu! Yumuşacık bir sesle soruyorsun: "Sen yanımdayken neden kendimi böyle güçlü hissediyorum?" Pazularımı gösteriyorum. Gülüşüyoruz. Başını omzuma dayıyorsun, konyaklarımızı içerek, televizyondaki filmi halının üzerinde sarılmış, uzanarak izliyoruz. Güzelliğine bu kadar yakın olmaktan dehşetli keyifli, seni ve televizyondaki filmi izliyorum. Aloo Lasse, vize vermiyorlar bana - Hayır, özel bir nedeni yok - Söylemez olur muyum hiö - Evet iki gün turist vizesi için dünyanın işlemi yapıllıyor - Çok canım sıkılıyor elbette - Efendim? - Ne bileyim ben - Biliyorsun işte, Avrupalı olmayan herkes sakıncalı onların gözünde - İstemez olur muyum hiç? Heyy, saçmalıyorsun şimdi, beş yıldır ne zaman görüşeceğimizi sormadım mı hep? - Evet, biliyorum - Telefon rehberinden bulacaksın - Bir yararı olacağınıı sanmıyorum - Telefona Bitkanen adlı bir kadın çıkacak, ırkçı bir kadın - Evet, dikkatli ol - Tamam - Peki, bekliyorum. Hoşçakal. Hei hei. "Herkes bizi sevgili sanıyor." Bakışıyoruz. annesinden habersiz çukulatalı pastanın hepsini yemiş çocuklar gibi, biraz suçlu, biraz gizli, ama çok keyifle gülüyoruz. "Elbette" diyorum. "İki yıldır aynı evde yaşıyoruz, partilere, sergilere, film klüplerine, konserlere beraber gidiyoruz. Gül gibi geçiniyoruz. Ama ikimizin de başka sevgilileri var." Yine pastayı çalmış çocuklar gibi gülüşüyoruz. Pasta'yı aşırdığımızı kimse bilmiyor, bu bizim en büyük sırrımız. Bu yüzden keyifleniyoruz. "Neden o adamla evlenmiyorsun?" diye soruyorsun. "Seninle mutluyum" diyorum. "Neden bana âşık olmuyorsun?" Bu kez gülmüyoruz. Derin bir nefes alıyorum, "Sen âşık olamayacağım kadar mükemmelsin Lasse" diyorum. Sessizce kabulleniyorsun. Bir daha hiç sormuyorsun. Sen sormuyorsun ama, annen pek meraklı. Yabancı bir gelini olacağını sanarak çok telaşlanıyor. Sık sık, bir bahane bulup, kente geliyor, bizde kalıyor. Armağanlar getiriyor, bir koltuğa oturup, sigara içiyor, beniz süzüyor. Ne kadar güzel bir kadın diye, annenden edindiğin burnu ve dudakları bu kez yan yana seyrediyorum. Fakat onunkisi çok soğuk ve mağrur bir güzellik. Kırk beşinde buzdan yapılmış çok güzel bir heykel o. Kumral saçlarıma, yeşil gözlerime bakıp, renksiz bir sesle soruyor; "Ben, sizin oralıları hep esmer sanırdım, yoksa ailenizde bir Avrupalı mı var?" Hele boyumun ondan uzun olmasına açık açık canı sıkılıyor. "anneniz ve babanız avukatmış?" Kendi ortaokul diplomasını düşünüp, yüzü geriliyor. "Sizin oralarda kadınlar üniversiteye gitmez sanırdım ben". Sen konuyu değiştirmek için, Paris'ten özellikle onun için seçtiğin parfümü veriyorsun. Konu değişiyor, ama annen aynı. "Teşekkürler Lasse, çok naziksin." Oysa nasıl istiyorsun, sıcacık kucaklasın ve öpsün seni. Ne annen, ne de baban yapmıyorlar bunu. Baban kente geldiğinde, aramıyor bile, otelde kalıyor, "...bir yabancı gibi otelde kalıyor" diye çok kederleniyorsun. "Babamla şöyle karşılıklı birer kadeh şarap içip, çene çalmayı nasıl isterdim" diyorsun. Gözlerinde, "dokunsan dökülecek" gözyaşları sımsıkı hapsolmuş, bana bakıp babanı özlüyorsun. "Seni anlıyorum." diye geveliyorum. Masaya vurup, öfkeyle fırlıyorsun. "Hayır, anlamıyorsun! İnsan yaşamadığı şeyi anlayamaz. Boşuna ığraşma, tamam mı, uğ-raş-ma!" Bağırdıkça yanakların pembeleşiyor. Suluboya bir tablo gibisin. Pembe, mavi, sarı tonları... Güzelliğin rengârenk yayılıyor mutfağa. Bir sigara yakıyorsun. Seni seyretmeye doyamıyorum. Aloo, evet - Hei hei - N'aaptın? - Telefon ettin mi? - Göçmen Bürosuna mı? - Ne diyorsun, harika! - İnsan Hakları Komisyonuna mı şikayet edeceksin? - Hah haa, korkmuşlardır - Tabii, büyük skandal olur - Irkçılığa karşılar ya! - Çok iyi etmişsin - Yetişir mi dersin? - Tamam - Heyy, neler de beceriyorsun artık - Oldu - Vizemi bekliyorum - Hoşçakal, Ha det. "Else çok evcil bir kız aslında. Hayattan bütün beklediği bir koca ve iki çocuk, bir köpek, bir ev ve araba. Düşünebiliyor musun?" Yıl sonu yazılı ödevimi hazırlıyorum, başımı kaldırıp, ilgisizce "Ne var bunda, insanların büyük bir kısmı bunu bekliyor hayattan" diyorum. Elimden tutup çekiştirerek, mutfağa götürüyorsun, kahve yapmışsın, mis gibi kokuyor. Kahvelerimizi koyarken, kırgın bir sesle devam ediyorsun. "Ama bana başka biriymiş gibi davranıyor. Yani başka birisini oynuyor. Asıl amacı, benimle evlenip, istediği kocayı elde etmek" Yine mutfakta oturuyoruz. Bu ahşap, iki katlı eski evin iki yıldır en çok mutfağını kullanıyoruz. Küçük masanın başına oturup, geceler boyu, kahve ve konyak içerek hayaller kuruyoruz. Sen ünlü bir filozof olacaksın, kuramların bütün dünyada, bütün dillerde tartışılıyor olacak. Bense Sanat Tarihçisi olarak ünleneceğim. Bizans ve Viking sanatçıları üzerine boy boy kitaplarım basılacak. Kimi seversek sevelim, birbirimizi hiç bırakmayacağız. Paris'te bir apartman katı kiralayacağız. En şık restoranların, konser galalarının ve sergilerin en zarif çifti olacağız. Mutfağın camından arka sokaklara bakıyorum. Paket taşlı, daracık sokağı, iki sokak lambası aydınlatıyor. Hiç tükenmeyen yağmurun sesi, tanıdık bir şarkı gibi her gece çalıyor. Sokaktaki bütün evler karanlık, bir tek biz uyumuyoruz. Ne kadar keyifli mutfak geceleri yaşıyoruz... "Else çok hoş bir kız" diyorum. Canın sıkılıyor, ters ters bakıyorsun. "Ne demek bu?" Bilmiyorum ki, cevap vereyim. Damarına basmak için olacak, üstüne üstüne gidiyorum. "Evlen, olsun bitsin" diyorum haince bir gülümsemeyle. "Hayır" diyorsun, "Ben başka şeyler istiyorum" Susuyorum. "Ne istiyorsun?" diye sormuyorum. Ne istediğini bilmiyorsun ki... Sokak lambası siyah bir altıgen kutu. Küçük, buzlu altı camı var. Sana bakıyorum. Yirmi üç yaşındasın ve köstekli saat kullanıyorsun. Aloo, Lasse - Evet benim. - Pasaportum ve vizem geldi - Araya uygar bir Avrupalı girince verdiler vizemi - Irkçı herifler! - Tabii, skandaldan çekindiler besbelli - Efendim? - Tamam, yarın Stockholm'deyim. Sekiz'de rıhtımda olacağım - Görüşmek üzere, hoşçakal - Hei. "Madrid'e gidiyorum. Okulu da bıraktım. Sakın neden diye sorma!" Sesinde tehlikeli pırıltılar var. Eşyalarını topluyorsun. Hiç konuşmadan seni izliyorum. Her şey kötü, dünya pis, insanlar sevgisiz... Olumlu tek bir şey yok! Günlerce odandan çıkmıyorsun, kimseyle konuşmuyorsun. Yemek yemiyorsun. Her zamanki kısa krizlerin sanıyorum önce, fakat bu kez çko ciddi. Benimle bile konuşmuyorsun. Anneni arıyorum. Gelmesi her şeyi daha da berbat ediyor. Öyle beceriksiz ve yapmacık bir sevgiyle yaklaşıyor ki, iki saat sonra ilk trenle geri dönmesi daha yapıcı oluyor. Else çoktan evlendi. Baban telefonu yüzüme kapatıyor. Çok içiyor, sarhoş dolaşıyorsun. Bazen yakalayıp, toparlanmanı, direnmeni istediğimi anlatıyorum, saatlerce dil döküyorum_ ya bağırıp, beni odandan kovuyorsun, ya da başını omzuma dayayıp, çıldırmış gibi ağlıyorsun. Mutfakta yalnız başıma oturuyorum artık. Ne yapmam gerektiğini düşünüp soruyorum. Bulamıyorum. Geceleri altıgen sokak lambasına soruyorum, aptal aptal bakıyor. "Madrid'e gideceğim. Akdeniz kurtaracak beni". Bavulun hazır, ayakkabılarını giyiyorsun. "Fakat" diyorum, "Fakat kaçmakla kurtulamazsın, başın hep omuzlarının üzerinde olacak nereye kaçarsan kaç." Yüzüme bakıyorsun, gözlerinin altı koyu halkalarla gölgelenmiş, nasıl yorgunsun, nasıl hırpalıyorsun kendini. Birden bavulunu alıp, fırlıyorsun. Kapıyı açıp, arkan bana dönük, kavgaya hazır bir sesle "Sen böyle her şeyin hep en doğrusunu bilmeye devam ettikçe, ben boğuluyorum!" diyorsun. Kapıyı hızla kapatıp gidiyorsun. Ev sarsılıyor. Öylece kalakalıyorum. On beş dakika sonra gemi Stockholm'ün Tegelviks Limanı'nda olacak. Geminin tuvaletlerinden birinde, heyecanla dudaklarımı boyuyorum, saçımı tarıyorum, beş yıl sonra seni nasıl bulacağıma dair tahminler yürütüyorum. Artık otuz yaşında, Barış Araştırma Enstitüsü'nde işi gücü olan genç bir adamsın. Geçen zaman içinde kartlar, mektuplar ve kısa telefon konuşmaları, ancak haberler taşıdı bana, oysa ben seni, en çok o inanılmaz güzelliğini özledim ve bu yüzden çok heyecanlanıyorum. O güzellik ki, hiçbir canlıda böyle uyumlusunu görmediğim... Rıhtımda bekleyen kalabalıkta seni seçemiyorum. Bir süre aranıyorum. Derken gözlüklü, kısacık saçlı bir genç adam gelip beni kucaklıyor ve yanaklarımdan öpüyor. Fakat bu sen olamazsın. Çantamı alıp, koluma giriyorsun, sürüklercesine beni arabana götürüp, yerleştiriyorsun, yola koyuluyoruz. Fakat sen araba kullanmaktan hep çekinirdin, trafikten nefret ederdin, motorlu araçlardan hoşlanmazdın... "Senin için iki gün sempozyumdan kaçacağım" diyorsun. Teypte Fransızca bir şarkı: Hiç değilse bu değişmemiş. Gözümün ucuyla seni süzüyorum. Sakalını ve bıyığını kesmişsin, kısacık Amerikan stili saçların, iri çerçeveli gözlüklerinle, bol, plili kumaş pantolonun, devetüyü şık paltonla yine çok zarif, yine çok hoşsun ama, bu daha çok "Genç İş Adamları" tipinde bir görüntü, oysa sen... Her şeyi anlamış gibi, "Biraz YUPPIE gibi değil mi?" diyorsun. Çok huzursuz ve yabancılaşmış, yanında oturuyprum. Keşke gelmeseydim! Kahvaltı ediyoruz. Yüzünde, biraz eski ifadeni, o çok güzel delikanlıyı arıyorum, sanki her şey çok ustaca maskelenmiş. Bulamıyorum. Gözlerinin kenarlarında kırışıklıklar, sakin, kontrollü, yakışıklı bir adam, hepsi bu. Çok sıradan. Keşke gelmeseydim. Sigara ikram ediyorsun, yakarken ellerinin hâlâ titrediğini fark ediyorum. Paketi masaya bırakıyorsun: Prince. Yüzüme bakmadan soruyorsun: "Hayal kırıklığı mı?" Yalan söylüyorum. "Hayır, değişikliğe alışıyorum." Kahvelerimizi açık büfeden yenileyip masaya döndüğünde, "Evet," diyorsun, "Evet, değiştim. Toplu yerlere yalnız gittiğimde, kimsenin ne düşündüğünü umursamıyorum artık. Fakat sen aynısın; yalan söylerken gözlerime bakamıyorsun." Gülüyoruz. Gülerken bir ara seni buluyorum, sonra yine kaybediyorum. İki gün Fransız Lokantalarında yiyor, Stockholm'ün eski mahallesi Gamla Stan'da kolkola dolaşıyor, Modern Müze'de uzun uzun Picabia seyrediyor, eskileri, ortak tanıdıklarımızı konuşuyor, tiyatroda Hiroşima Sevgilim'i izliyoruz. Else'nin üç oğlu olmuş, yine gülüyoruz. Fırsatı kaçırmıyor, soruyorum: "Peki ya sen Lasse?" Kısacık anlatıyorsun. Senden altı yaş büyük, çok zarif, ressam bir sevgilin varmış, işinden zevk alıyor, okuyor, yazıyormuşsun. Annene armağanlar almıyormuşsun artık, Noel'lerde bir kart atıyormuşsun, son yıllarda kendinle barışık yaşıyormuşsun. Sesindeki içtenliği duyuyor ve sana inanıyorum, ama nedense içim eziliyor, âdeta kederleniyorum. Ne utanç! Oysa sevinmem, mutlu olmam gerekmez mi? İşte başarmışsın, kendini kurtarmış, akıllı, sağlıklı bir adam yaratmışsın, dağılıp eriyeceğine... Her şeyinin, tüm yeteneklerinin ve aklının önüne çıkıp, onları ikinci planda bırakan güzelliğini konrtol altına almışsın, kendine güvenin gelişmiş; çağımızın adamı olmuşsun işte... Peki ben ne haltetmeye böyle hüzünleniyorum? Bilmiyorum. Anlatılmaz bir keder soluk almamı engelliyor, nefes nefese kalıyorum. Çok aptalca buluyorum bu halimi. Seni kaybetmiş gibi hüzünleniyorum. İyi ama, sen hiç benim olmadın ki. Sen bir erkekten çok, katıksız güzelliktin. Bambaşka bir tutkuydu benimkisi... Pazar gecesi limanda kucaklaşıyoruz. Yolcular bilet kontrolünde kuyruk olmuşlar, yarım saat sonra Stockholm'den ayrılacağım. Bir daha ne zaman görüşeceğiz, bilmiyorum. Pek çok kederliyim. Bana çiçekler, çukulatar almışsın, çantama tıkıştırıyorsun. Artık ayrılmamız gerek, elini tutup, "Yeniden görüşmek üzere Lasse" diyorum. Sesim öyle dramatik ki; en ucuz melodramda bile daha kötüsü olamaz. Rezalet! Elimi avuçlarına alıp, "Heyy" diyorsun. "Hey sevgili, çok sevgili kadın, yine de bende bir şeyler eksik." Hayretle bakıyorum. Gözlüklerini çıkartıp, sıcacık gülümsüyorsun: İşte o güzel oğlan çocuğu, karşımda, bana bakıyor. "Bende hep bir şeyler eksik olacak, ama bütün dünya değil, yalnız sen bileceksin bunu artık." Sevinçten gözlerim doluyor. Kucaklaşıyoruz. "Sizin oralarda kadınlar üniversiteye gitmez sanırdım ben, hem boyunuz da benden uzun!" diyorsun annenin sesiyle abartarak. Kahkahalarla gülüyoruz. Vapurum kalkıyor. Limanda bana el sallayan yeni-genç adama bakıyorum. Pastayı aşırdığımızı kimse bilmiyor, bu bizim sırrımız ve bu yüzden keyifliyiz. Tarihsiz bir mutlulukla gülümsüyorum. Kasım 1985, Finlandiya.

İnsan ruhunun anahtarı - Orhan Pamuk

Dostoyevski'nin insan ruhuna ilişkin anlattıkları, hayata dair temelbilgilerdir. Onun kimi romanlarının bulunmadığını, kimilerinin de kötüçevirilerinin olduğunu fark edince, toplu eserlerini yayıma hazırlamayatalip oldum

ORHAN PAMUK

İSTANBUL - Dostoyevski'nin eserlerini diğer klasiklerden farklı kılanözellik 150 yıl sonra sanki dün yazılmış gibi hâlâ aynı zevkle okunabilmesi.Çarlık Rusyası'nın 150 yıl önceki toplumsal koşulları, günlük ayrıntıları,siyasal dertleri üzerine kurulu olmuş olsalar da bu romanları bugünküdertlerimizden bahsediyor gibi okuyabiliyoruz. Özellikle de Türkiye'de durumböyle. Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası'nda olduğu gibi günümüzTürkiyesi de Doğu ile Batı, radikal devrimci düşler ile son derece gericibir tutuculuk ve din ile modernlik arasında bölünmüş durumda.Dostoyevski'nin bütün bu karmaşa içinde ele aldığı (inanmak-inanmamak,din-dinsizlik, radikal devrim-amaçsızlık, bir cemaate bağlı olmak-yalnızlık,modernlik-gelecek gibi) temalar bizim için hâlâ geçerli. Dostoyevski'ninkültürel zamanına yeni yeni yaklaştığımızı düşünürsek, sözünü ettiğimiztemaların 150 yıl öncesine göre daha çok etkilediğini söyleyebiliriz.Dostoyevski'nin ve Çarlık Rusya'nın 150 yıl önce yaşadığı problemleri şimdidaha çok yaşıyoruz.Dostoyevski'nin toplu eserlerini yayına hazırlamaya ben talip oldum. Bundanaltı ay evvel Dostoyevski'nin eserlerini şöyle bir gözden geçirirken,Türkiye'de bu romanların bazılarının yeni basımlarının yapılmadığını,yapılanların da ortalıkta bulunmadığını fark ettim. Piyasayı son derecekötü, kısaltılmış, berbat çeviriler doldurmuş. Dostoyevski'yi hakkınıvererek okumak isteyen; bu işe yeni başlayan herhangi bir gencin iyiçevirilere ulaşma imkânı yok. Bunun yerine kötü yayınevlerinin, aslındanyani Rusçadan yapmadığı ve barbarca kısalttığı çeviriler piyasayı sarmış.Her Dostoyevski romanının üç-dört kötü çevirisinin olması beni rahatsızetti. Bunlar hem romanların prestijini ve güzelliğini öldürüyor, hem degördüğüm kadarıyla bu kitaplar satmıyor. Bu yüzden yeni basımlarıyapılmıyor. Öncelikle şunu söylemek isterim; İletişim Yayınları ticarikaygıları ön planda tutan bir yayınevi değil. İletişim Yayınları'nınortakları ve karar sahibi arkadaşlara bu öneriyi götürdüğümde hiçbiri buişin ticari yönüne bakmadı. Onlar ticari olarak sadece, "Orhan Pamuk bunaönsöz yazacak, çevirimiz de iyi yapılacak. Bu diziye ilgi gösterilir" diyedüşünmüş olabilirler. Sonuçta yayınevindeki arkadaşlarla konuşupİletişim Yayınları'nın Dostoyevski dizisi yapmasının iyi bir fikir olduğukonusunda anlaştık. "Dizinin editörlüğünü ben yapayım" dedim ve böylecebaşlamış olduk. Hayatımda ilk defa bir dizinin editörlüğünü yapıyorum, fakatbu durumun çok fazla büyütülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünküçevirilerin büyük bir bölümü hazırlanmıştı ve ben de bunların çoğunu okudum.Benim yaptığım kitaplara birer önsöz yazmaktı.Dostoyevski'nin yaklaşık 20kitabını yayımlayacağız. Önsöz yazmak çok tüketici ve yorucu bir iş. Dizininbütün kitaplarına önsöz yazmasam bile Dostoyevski çapındaki başka yazarlarınonun için yazdığı önsözlerini kullanacağım ya da günümüz yazarlarından önsözisteyeceğim. Kitapların arka ve ön kapakları benim için önemli.Dostoyevski'ye yakışan, güzel kitaplar yapmaya çalışıyoruz. Belki ticariolarak zayıf bir proje ama uzun vadede başarılı olacağına inanıyorum.Diziye 'Karamazov Kardeşler'den değil de, 'Cinler'den başlamamızın ikisebebi var. Öncelikle piyasada olmayan ve hemen çıkarmamız gerekenDostoyevski kitabı buydu. İkincisi, 'Cinler' benim en çok sevdiğimDostoyevski'nin iki romanından biridir. 'Cinler' ile 'Karamazov Kardeşler'arasında kararsız kalırım. Bu iki roman Dostoyevski'nin en önemliromanlarıdır ama bizim yayımlayacağımız 'Karamazov Kardeşler'in çevirisibaşka bir yayınevinde de var. Onun için böyle başladık. Dizileri en iyikoşullarda gerçekleştiremiyoruz. Bazıları piyasada olmuyor, bazılarınınbitmesini bekliyoruz. Bana göre 'Yeraltından Notlar' da son derece önemlibir romandır. Çünkü 'Suç ve Ceza'dan başlayarak bütün romanlara yansıyanruhu içinde barındırır.Ben bir romancıyım ve Dostoyevski'yi dünyanın en önemli romancılarından biriolarak görüyorum. Beni çok etkilemiştir. Öyle bir etkidir ki bu zarar bileverebilir, çünkü damgasını çok fazla vurur. Dostoyevski, beni romancı olarakdeğil, insan olarak çok etkilemiştir. İnsan ruhu, karakteri hakkında benibilgilendirdi ve hayatı değerlendirişimi etkiledi. O bilgilerle ben hayattakendi yoluma gittim. Beni insanları anlama noktasında zenginleştirdi. Biradam yalancı mı ya da yalan söylediğini bilmiyor mu veya söylediği şeyindoğruluğuna kendisi ne derece inanıyor gibi hayat hakkında psikolojik binbirtürlü gerçeği, daha 18 yaşındayken bana öğretmiş, belki de bu anlamdahayatımda pek çok şey kazandıran bir romancıdır. Bir yazarın zenginliği sizekısa yoldan bir çeşit bilgelik vermekse, Dostoyevski bana bunukazandırmıştır. Ama onun yazdığı dünyanın devamı gibi dünyalar yaratan biryazar olmadım. 'Beyaz Kale'de iki kişi arasındaki iktidar ilişkisinianlatırken Dostoyevski'nin romanlarıyla zenginleşmiş ama onun kitaplarındandoğrudan etkilenmemiş ve bu zararlı etkiden kurtulmuş sayıyorum kendimi.Eğer Dostoyevski olmasaydı, Kafka ve sonrası insan psikolojisi üzerinekurulmuş romanlar ve pek çok şey eksik kalırdı diye düşünüyorum. Altınıçizmek istediğim bir şey daha var; Dostoyevski'nin asıl yaptığı edebiyatıetkilemek değil, insanoğlunun insan hakkındaki fikrini değiştirmekti. Derlerki, Shakespeare insanoğlunun kafasına karakter denilen şeyi soktu. Eskidenkarakterler hakkındaki fikirler daha basmakalıptı. 'Burnu çarpık olan korkakolur,' 'gözü sarı olan daha çok yaşar' gibi görüşler vardı. İnsanoğlununkarakteri, ruhuyla ilgili fikirler Shakespeare'den evvel Aristocu bircetvele dayanıyordu. Shakespeare bize bir üslup, bir çizgi ve bir ruhöğretti. Böylelikle bizler bir insan hakkında fikiredinirken 'nasıl bir karakter, nasıl bir tip' diye sormaya başladık.Shakespeare bize bu kadar derin bir bilgi kazandırdı. Dostoyevski de budüzeyde bir yazardır. İnsan ruhu hakkında bize öğrettiği bilgiler, açtığıkapılar hayata ilişkin temel bilgilerdir ve bu bilgiler hâlâ bu kitaplarıniçindedir. Bu bilgileri izlediğimiz televizyon dizilerinden, annemizin bizeöğrettiklerinden almamız mümkün değil. Belki de Dostoyevski'nin canlılığını,tazeliğini korumasının en büyük nedeni de budur. Çünkü Shakespeare'inöğrettiği şeyleri televizyon dizilerinden de öğrenebiliriz amaDostoyevski'deki bilgiler o kadar derin ve kuvvetlidir ki, her okuyuşumuzdabizi sarsar. Borges'in bir sözü vardır; "Her insan ilk kez denize girdiğigünü ya da ilkokula başladığı zamanı hatırlar. Bir de ilk Dostoyevskiokuduğu zaman hatırladığı sarsıcı etki vardır."

Gece Uzerine

Hayret ki gece yazılır hep şarkılar.. Ve hep gece yaşanır hayatlar.. Bir gece vakti yazılan şarkılar, Geceye yazılan şarkılardır aynı zamanda Ve bir gece vakti yaşanan hayatlar, Sahibini yaralar sadece.. Herkesin gece olabildiği tek şey; hiç kimse olmaktır.. Ve hiç kimsenin , Gecenin içinde hiçbir hükmü yoktur.. Hükümsüz insanlar geçer gecenin içinden, sabaha dek.. Kimileri, bir sokak lambasının fersiz ışığında arar kendilerini.. Kimileri, titrek bir mumun solgun alevinde yitirir benliklerini.. . Kimileri için yaşam henüz vardır.. Kimileri içinse yaşam sonsuz bir kaygıdır.. Bir bebek için, boşluğa fırlatılan çığlıktır gece.. Bir ölü için, mezardaki sığlıktır, iki hece.. Bir yıldız sağanağının altında yaşansa da çoğu zaman, Tek bir yıldızınız bile olmaz size kalan... Bin yıldız geçer de başınızın üzerinden, Bir yıldızdır sevdalandığınız . Sevda olur yıldızın adı da.. Sizsinizdir yine geceye arta kalan.. Bir rüyadır gece, hiç olmadığı kadar gerçek.. Hem geçmiş vardır içinde, hem de gelecek.. Andır, geçmişi ve geleceği bir çırpıda silecek... Sancıdır gece,bilinmeyene gebe.. Bıçaktır gece yüreğinizde, istemeseniz de.. Yalnızlıktır gece ,fildişi kulesinde.. Eski bir dostun eskimeyen sesinde saklı kalan hüzündür.. Saklı kalan aslında, geceden hep gizlediğin yüzündür.. Savaştır gece, orduları olmayan.. Yüzlerce ölü vardır içinizde ve bir o kadar Öldüremediklerinizle.. Kendi kavganızdır gece ,kendi sevdanızdır da.. Ya da ikisinin ortasında, yoğun bir bilmece.. Kimi zaman yıldızdır dostunuz.. Kimi zaman ay, ama kırgınsınızdır hep güneşe.. Gül ile bülbülün hikayesinde, Gülün adı, bülbülün kanıdır gece.. Ve aynı hikayede gece, ilham olur aşka düşen biçare gence.. Leyl'dir gece, kelimelerin en karanlığıdır.. Leyla olur gece, sebebi Mecnunluğundandır.. Yusuf'un gözleridir gece, Züleyha'ya.. Yusuf'un sözleridir gece, Züleyha'ya.. Züleyha bir ince sızıdır ki , Aynı gecelerde, yazgısı düşer ay yüzlü Yusuf'a. Yazıdır gece, semaya yazılan.. Yazgıdır gece, alna kazılan.. Bir sırdır gece, kulağa fısıldanan.. Bir yârdır gece, omzuna yaslanılan.. Kelebeğin kanadında naif doku, Gülün bağrında yaralı koku, Bülbülün sesinde, Hüzünlü buğudur gece... Eylülün ortasında vurulan aşklar gibi, ağlatır gece... Garip bir sonbahar bestesi bırakır da ellerine, Yanaklarından süzülen birkaç damla yaş kalır geriye.. İki dudağının arasında fısıltı, iki sevdanın arasında yanılgıdır gece... Yâre yazılan nâme, Yârdan gelen nağme ve ümitsiz bir başeğmedir gece. Bir sözdür gece ki; telaffuzu yoktur... Bir közdür gece ki; yaktığı yer çoktur... Duaya açılan ellerde, günahın dokunduğu tenlerde, Başka başka bedenlerde, yalvarıştır gece.. Bir kalemdir gece, yazdığı harf adedince, Acı düşer suretine... Bir kağıttır gece, kalem üzerinden geçtiği sürece, yıldız olur gözlerinde... Gece benim... Ben geceyim... İzin ver Ey sevgili! Gecenin içinden gül kokulu yıldızlar toplayıp, Yüreğine serpeyim.... Gece benim ... Ben geceyim.. İzin ver Ey sevgili!... Gece benim, ben geceyim. Gecenin içinden gecerken , İçinden gece geçen yine benim... -La Edrî-

Bedri Rahmi Eyuboglu

Sairim
zifiri karanlikta gelse siirin hasi
ayak sesinden tanirim
sairim
ne zaman bir koy turkusunu dinlesem
sairligimden utanirim

Ulu Pamir Koyundeki Kirgizlar

Van'a 80km uzakliktaki Ulu Pamir koyu bir Kirgiz Koyu.
Boz Keshi - traditional Rugby like game played on horseback (also known as KÖKBÖRi )
KÖKBÖRi - legendary Turkic grey wolf.
Boz OOY - wooden framed felt yurts used by Kirgiz

Cornucopia

Cornucopia: The Latin Cornu Copiae or "horn of plenty", a horn overflowing with flowers, fruit and corn, symbol of prosperity and abundance in the cities of Anatolia.

Anadolu'da sanatcilar tarafindan bolluk sembolu olarak kullanilan ve icinden meyva, cicek ve tahil tasan boynuz seklinde suslu kap.

22.3.05

Ruzgar Gulu

Önümden çekilirsen İstanbul görünecek
Nerede olduğumu bileceğim
Sisler utanacak eğilecek
Ağzının ucundan öpeceğim
Saçına kalbimi takacağım
Avcunda bir şiir büyüyecek
Nerede olduğumu bileceğim
Bu çıplak geceler yok mu
Bu plak böyle ağlamıyor mu
Camları kırmak işten değil
Delirecek miyim neyim
Kirpiklerimden mısra dökülüyor
Kenya'da simsiyah yalnızım
Yoksul bir şilepte gemiciyim
Malezya'da yük bekliyorum
Önümden çekilirsen İstanbul görünecek
Nerede olduğumu bileceğim
Gözlerini söndürme muhtacım
Ben senin aydınlığına muhtacım
Yepyeni bir ilkbahar harcayıp
Bir yaz boğup bir sonbahar harcayıp
Rüzgar gülünü arayacağım
Oran'da Pernanbouc'ta Tombuktu'da
Vinçler yine akşamları indirecekler
Yine karanlığa bulaşacağım
Gözlerin rüzgarda savrulacak
İkimiz iki sap buğday olsak
Sen benim olsan, ben senin olsam
Bir gece vakti aklına gelsem
Uykunu tutsam bırakmasam
Seni kucaklasam, kucaklasam
Birbirimizin kalbini dinlesek
Dünyanın kalbini dinlesek
Büyük ateşler yaksalar
İki güvercin uçursalar
Nerede olduğumuzu bilsek...

Attila İlhan

Yalnizlik

Yilmaz Erdogan - Bana bir seyhler oluyor'dan...

Yalnizlik her kimlige dogustan yazili tek ugrasidir insanin bir yasama sirasinda. Tek sermayesi. Sahip oldugu tek seydir. Kiymetini bilmelidir dedi. Yalnizdir insan. Hep kalabaliklara karisma telasi bundandir.

Kalabalik yalnizliklar, yalniz kalabaliklar olusur sehir sehir, ulke ulke. Kalabalik arttikca artmaktadir yalnizlik da. Insan bir olumu istemez, bir de ondan beter yalnizligi, ama ikisi de muhakkak gelir basina bir yalniz yasama sirasinda. "Olumun degil ama yalnizligin bir tek caresi var dedi" Tek caresi asktir bir yalniz yasama sirasinda nefes almanin. "Ask da zaten iki yalnizin ortak bir yalnizlikta bulusmasidir" dedi. Asik olun. Gosterin birbirinize yalnizliklarinizi.

Nasilsa ayrilik insanin tek kisilik yalnizligini ozlemesi. Sade olum degil, ayrilik da yasamin emri.

Sezen Aksu -

Perişanım Şimdi Söz-Müzik: Sezen Aksu
Ne ağzımın tadı var

ne canda huzur
Gönül nasıl derin bir kederde
Aşkından ümidi kestim hiç olmazsa
Evim şenlensin sohbete gel de
Sen hiç farketmeden kalp kırmadın mı

Merak edip vicdanına sormadın mı
Ne yaptım ben sana bu kadar nihayet
Ben de bir anadan doğmadım mı
Bir daha olmaz

Bin kere tövbe
Kan davası mı bu
Bu nasıl öfke
Perişanım şimdi mutlu oldun mu

Başını yastığa rahat koydun mu

SEVIN DEDI TANRI

Yilmaz Erdogan (Bana bir seyhler oluyor'dan)

Sevmenin pek az cesidi vardir gonul raflarinda. Birini ya da bir seyi seversiniz ya da cok seversiniz.

Ama is sevmemeye gelince sonsuz secenek vardir. Ister sinir olursunuz, gicik olursunuz, igrenirsiniz, tiksinirsiniz, hatta sik sik nefret bile edersiniz. Ne yazik! Ne yazik insan sevmeme cesitlerine harciyor mesaisinin cogunu. Oysa "Sevin" dedi Tanri. Adi sevgili olanlar bile karsilik istiyor kalbinin atesesine. Ben seni seviyorum ama bakalim sende beni benim seni sevdigim kadar seviyormusun?

Oysa "Sevin" dedi Tanri, karsilik istemeden, pazarliksiz sevin, sizi seveni de, sevmeyeni de. Oysa "Sevin" dedi Tanri, once sizi sevmeyenlerden baslayin ise.

21.3.05

TÜRKLERDE NEVRUZ


TÜRKLERDE NEVRUZ GELENEĞİNİN DÜNÜ BUGÜNÜ VE GELECEĞİ
ÜZERiNE

Yrd. Doç. Dr. Ali YAKICI
Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi



Günümüz sözlüklerinde "....yılın ve baharın ilk günü sayılan martın yirmi ikisine rastlayan gün, nevruz günü kırlara çıkılarak yapılan bayram" biçiminde tarifi yapılan "Nevruz"un Türkçe karşılığı "yeni gün" demektir. Eski Türklerin "yenki kün" şeklinde telaffuz ettikleri Nevruz, Türklerle birlikte birçok millet tarafından da "yılbaşı" olarak kabul edilmiştir. Bu gün, güneşin "koç burcu'na girdiği gün olan Rumî 9 Mart, Miladi 22 Mart2 olarak kabul edilmektedir."On iki Hayvanlı Türk Takviminde "yılbaşı" olarak gösterilen bu gün, Kaşgarlı Mahmut'un Divânü Lügâti't-Türk adlı eserinde de yılın başlangıcı, yani "Nevruz" olarak belirtilmektedir. Nevruz'un Türkler tarafından Milat öncesi yıllarda kutlandığına dair bilgiler bulunmaktadır. Milattan Önce 2. yüzyılda yaşamış olan Çin tarihçisi Simaçen'in "Tarihi Hatıralar-Hun Tezkiresi" adlı eserinde "her yıl başı (Nevruz) günü Hun liderleri Tanrı-Kurt Sarayı'nda yeni yılı kutlarlar ve nezirçırak verirler" şeklinde bir bilgiye yer vermektedir. Çok eskiden beri Türk kültüründe bilinmekte ve yaşanmakta olan Nevruz, dün olduğu gibi bu gün de Türk dünyasının çeşitli coğrafyalarında genellik le 21-22-23 Mart'a rastlayan günlerden birinde törenlerle kutlanmaktadır
insan hayatının çeşitli geçiş dönemleri olduğu gibi tabiatın da kendine özgü değişim dönemleri, insanı etkileyen önemli olayları ve gelişmeleri bulunmaktadır. Bunlardan biri de mevsim değişmeleridir. Mevsim değişmeleri içinde ise en etkili olanı "ilkbahar'ın geli­şidir, ilkbahar, gelişiyle bütün dünya insanlarını derinden etkilemiş, insanlar baharın gelişini bir bayram olarak kutlamışlardır. Hristiyan Avrupa kültüründe Paskalya, Bahar Yortusu, Şükran Günü, Cadılar Bayramı gibi çeşitli adlarla ifadesini bulan benzer heyecan ve kutlamalar Asya toplumları ve özellikle Türkler arasında da çeşitli adlarla kültürel hayat içindeki yerini almıştır. Türklerin yaşadığı değişik coğrafyalarda Ihıax ya da Isıakh, Nartukan, Sayil, ilk Yaz Bayramı adlarla da ifadesini bulan bu yeni yıl ya da diriliş bayramı, önceleri Yeni Gün sonradan da Nevruz olarak genel kabul görmüştür. Türklerin ayrıca genellikle Mayıs ayında bahar bayramı olarak kutladıkları "Hıdırellez"e de bu tür kabuller arasında yer verilebilir.
Nevruz'un Farsça bir kelime oluşundan hareketle bu bayramın iranlılar ya da Farsça kökenli dil konuşan diğer toplumlara mal etme düşünce ve gayretleri, menfi bir amaca yönelik uğraştan ya da sığ bir görüşten kaynaklanan bir bayağılık olarak görülebilir. Çünkü iranlılarla Türkler, bugün olduğu gibi tarihin çok eski dönemlerinde de komşuluk ilişkilerinden öte iç içe bir birliktelik içinde olmuşlar, zaman zaman aynı kaderi paylaşmış­lardır. Bunun sonucunda siyasi, sosyal ve kültürel bakımdan birbirlerini etkilemişlerdir. Zaten, bütün diller, alışveriş içinde bulunduğu diğer dillerden etkilenmiştir. Ayrıca, bir dönem Türkçe'nin Farsça tesirinde olması, hatta Farsça'nın tahakkümü altına girmesi Türk­lerin yabancılara olan hayranlığı veya düşkünlüğünün bir sonucu olarak görülebilir. Bilindiği gibi, tahtında Melikşahların, Alparslanların, Kılıçarslanların oturduğu büyük Türk devleti olan Selçukluların resmi dilinin uzun bir süre Farsça oluşu, birçok Türkçe kelimede olduğu gibi Yeni Gün kelimesinin de Nevruz'a dönüşmesi, Nevruz olarak kullanılıp yaygınlaşmasında önemli ölçüde etkili olmuştur. O dönemde, yalnız Türkçe kelimelerin yerine Farsça kelimeler kullanılmakla kalmamış, büyük oranda eserler de Farsça yazılmıştır. Çünkü, Farsça yazılmayan eserler, genellikle Saray tarafından kabul görmemiştir. Dün olduğu gibi bu gün de, Farsça'nın ulaşamadığı bazı Türk coğrafyalarında Nevruz kelime olarak bilinmemekte, Yenki Kün ya da Yeni Gün olarak kullanımı devam etmektedir. Bütün bu gelişmeler Nevruz'un Türklerin kültür tarihinde çok eskiden beri kabul gören ve kutlanmakta olan bir bayram olduğunu göstermektedir.
Çinli tarihçilerin yazdıklarından hareketle Türklerin Hun-Oğuzlar döneminde Nevruz benzeri kutlamalar yaptıkları bilinmektedir. Fakat, Türk kültür tarihinde Nevruz'un kaynağı olarak Göktürkler Dönemi'ne ait olan Ergenekon hadisesi gösterilmektedir. Bu hususu, 19.yüzyıl ve daha önceki dönemlerde Orta Asya'ya seyahat eden ve Türkistanla ilgili olarak gördüklerini seyahatnamelerinde anlatan Batılı seyyahların teyit ettiği, kutlamaların Ergenekon'dan izler taşıdığı ve onunla bağlantılı olduğu araştırmacılar tarafından belirtilmektedir.10
Bütün Türk dünyasında olduğu gibi Türkiye Türkleri de Nevruz'un Ergenekon'la bağlantısının bulunduğunu bilmektedir, inanışa göre Milattan sonraki ilk asrın sonlarında, komşularıyla önceden barış imzalamış, onları dost kabul etmiş ve komşularına güven içine hayatlarını sürdürmekte olan Türkler, düşmanlarının ani bir baskınına uğrayarak mallarını ve canlarını kaybederler. Öyle ki, baskından eşleriyle birlikte kurtulan çok az sayıda genç dışında bütün Türkler düşmanları tarafından öldürülür. Düşmandan kaçıp kurtulan çok az sayıda Türk, Tanrı dağlarının sarp kayalarını aşarak dar bir vadiye sığınır, böylece izlerini kaybettirirler. Aradan dört yüz yıl geçer, bu dar vadide çoğalarak hayatlarını
sürdürmekte olan Türkler, artık o vadiye sığmaz olur. Bu dar vadide hayatlarını güçlükle sürdürmekte olan Türklerin hakan ve diğer ileri gelenleri daha geniş alanlara çıkabilmek için toplanmakta ve çareler aramakta iken gök tüylü ve gök yeleli bir kurt çıkagelir ve bunlara rehberlik eder. Kurt, vadileri çevreleyen dağlar arasından çok küçük bir çıkış yolu bularak oradan gider. Peşinden de kürdü, Göktürk izcileri takip eder. Vadinin dışında çok geniş düzlüklerin ve otlakların olduğunu bulunduğunu gören izciler tekrar vadiye döner, gördüklerini Hakan'a anlatırlar. Hakan, bunun üzerine meşveret meclisini toplayarak çıkış için ileri sürülen görüşleri dinler. Demircilikle uğraşan birinin, demir dağın eritilerek geçit oluşturulabileceği düşüncesi kabul görür. Bunun üzerine tonlarca odun toplanarak dağ ateşe verilir. Üzerinde yük taşıyan bir hayvanın geçebileceği genişlikte bir ge­çit açılır. Buradan tek sıra halinde çıkılarak büyük ovalara ulaşılır. Ergenekon'dan çıkan bu Türkler, yeni coğrafyalarında büyük bir devlet kurarlar, kurdukları bu devlete "Göktürk" adını verirler.11 Göktürkler, daha sonraki yıllarda Ergenekon'dan çıkışı hiçbir zaman unutmamış, her yıl Ergenekon'dan çıkış gününe rastlayan 21-30 Mart tarihleri arasında bu günü törenlerle kutlayarak anmışlardır. Törenler, Ergenekon'dan çıkışta demir dağın eritilmesinde etkili olan ateşlerin yakılmasıyla başlamış, Hakan'ın ateşte kızdırılan demiri örs üzerinde dövmesiyle devam etmiş, diğer beyler de bunu takip etmişlerdir.12 Daha sonra milli ve dini bayram olarak kabul edilen bu gün, Türk kültür ve sosyal hayatını önemli ölçüde etkilemiştir.
Türk dünyasının her coğrafyasında yüzyıllardan beri kutlanan nevruz Türkiye Türkleri tarafından da coşkuyla kutlanmıştır. Osmanlılarda "Nevruz-ı Mübarek" olarak adlandırılan ve her yıl padişahların da katıldığı törenlerle kutlanan nevruzda halka özel olarak hazırlanmış "Nevruziye"13 ler dağıtıldığı bilinmektedir.
Osmanlı Devleti içinde cereyan eden Celali Ayaklanmaları sebebiyle yasaklanan unsurlar arasında yer alan Nevruz zamanla yerini Hıdırellez'e bırakmış, Meşrutiyetin ilanından sonra yeniden bu kutlamalara izin verilmişse de eski önemini koruyamamıştır. Fakat Osmanlı coğrafyası dışındaki diğer Türk bölgeleriyle Anadolu'nun doğusunda, özellikle Kuzey Doğu Anadolu Bölgesindeki Türkler arasında yasağa rağmen kesintiye uğramadan dini nitelikli bir bayram olarak kutlana gelmiştir. Bunun örnekleri henüz Nevruzun çeşitli sebeplerle gündeme getirilmediği doksanlı yıllardan öncede Kars-Igdır ve çevresinde görülmekteydi.14
Bütün bunlar bilinmekte iken ne oldu da Nevruz yeniden gündeme geldi. Bunun biri terörle ilgili, ikincisi Türk dünyasındaki gelişmelerle ilgili olmak üzere iki önemli sebepten kaynaklandığı belirtilmekte ise de bizce asıl önemli sebebi Türk dünyasındaki değişim ve kültürel, sosyal, siyasi ve ekonomik alış-verişlerdeki hızlanmadır.
Bilindiği gibi Nevruz bir bayramdır. Adı ne olursa olsun bir örgüt, bayramı terörün bir unsuru haline dönüştürme çabası içine giriyorsa her şeyden önce o bayrama inanmıyor demektir. Çünkü bayramlar, kavganın savaşın kinin ve kanın olmadığı bansın dostluğun iyilik ve güzelliklerin yaşandığı önemli günlerdir. Türkiye'nin bu bakımdan yalnız terör örgütünün elinden almak düşüncesiyle bu bayrama ilgi göstermesi ve itibar etmesi düşünülemez. Türkiye'nin bu bayrama yakın ilgisi hem kendi içindeki insanının kültürel kabulleri arasında olması, hem de Türk dünyasıyla geliştirdiği dostluk ve kardeşlik sebebiyledir.
Türkiye ilki 1993 yılında gerçekleştirilen Türk Dünyası Dostluk Kardeşlik Kurultayı'nda kabul edilen Türk dünyasının müşterekleri içinde yer almış olması sebebiyle Nevruz'a, kutlanacak olan önemli gün ve haftalar içinde yer vermiştir.
Nevruz'un Türkiye Türkleri tarafından ne ölçüde yeniden kabul göreceğini gelecek yıllar bize gösterecektir. Fakat Batının Noel'i olmak üzere Valentina'sını ve benzeri gün­lerini yılbaşı kutlamaları, sevgililer günü kutlamaları gibi adlarla kabulleri içine almış ya da almakta olan Türkiye Türklerinin, Türk kültür tarihinde çok eski bir geçmişi bulunan ve dün olduğu gibi bugün de Türk dünyasının bir çok bölümünde kutlanan Nevruz'u bir bahar bayramı olarak kutlamaları ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bu bayrama resmi kabuller arasında yer vermesi bizce olması gereken yerinde bir karardır.

17.3.05

Akgun Akova'dan bir siir

Irem - Akgun Akova

Bana şöyle bir bak diyorsun
Alıcı gözüyle, tepeden tırnağa
Yeni dalınmış bir uyku gibi bak
Çobanların söndürmeyi unuttuğu dağ ateşi
Kaleden kaleye uçurulan ak güvercin
Rüzgara emanet edilen fısıltı gibi
Yazdan kalma bir gün gibi bak bana

Bana şöyle bir bak diyorsun
Posta kutusuna gece yarısı bırakılan bir mektup gibi
Kızağından kayıp bitmeden denize inen bir tekne
Gökyüzünün denizyıldızlarıyla dolduğunu gören
Bir dalgıç gibi bak
Akşam kırılmaya başlarken içimde
Dağılan bir ilkokulun zili gibi bak bana

Bana şöyle bir bak diyorsun
Bir ışın demetine sarılır gibi bak
Unuttuğum ve istemesem de
Yüzlerini bir türlü anımsayamadığım
Çocukluk arkadaşlarım gibi

Kahve fincanına damlayan gözyaşı
Kara düşen kan damlası gibi
Diyorsun ki- evet, mavi gözlerinden bile ürpertici bu-
Kınından çıkarılan bir hançer gibi bak bana

Bana şöyle bir bak diyorsun
Yaşama sevincini sana ben veriyormuşum gibi
Sevgilin olmasam da sevgilinmişim gibi bak
Kumsalda bırakılan ayak izi
Kanadın üzerine değen bulut gibi
Kayalıklara sürüklenen bir gemiye
Yanıp sönen deniz feneri gibi bak bana
Çünkü unutmamanın eşiğidir
Ve anımsamanın kapısıdır bakmak
Sevgili İremBunun için bile kibrit çakılabilir
Okyanusun kıyısındaKaranlıkta
Bir kedi gözü gibi

Pençeleriyle dolaşırken aşk.

11.2.05


Bozcaada'da bir ev

Bozcaada'nin kuru cicekleri

Hakan Oge ve Mardek

Atlas'in Subat sayisinda Hagan Oge soyle yazmis:

"Hayat boylesine dogal bir hale burundugunde insan toplumdaki yerini, arzularini, hirslarini da sorguluyor ister istemez. Uzerinde yasadigimiz gezegenin bize sundugu olanaklardan ve guzelliklerden faydalanacagimiza bize buyuk gelen ama aslinda dunya uzerinde topluigne basi kadar yer tutan sehirlere sikisip en degerli hazinemizi, zamanimizi yitirip duruyoruz"


http://www.hakanoge.com

7.2.05

Bir Siir

beklenen o yaz icin bir durum tahlili
erkan kara

umut beklemenin bittigi yerde tukenir.

ki beklemek hatirlatmakti: bir surgunun bas
vermesi en ucra koseye: unutturtmamak,
as-k kendini yurekte, ansiza bir yilandi
zaman.kalbin yersiz yurtsuz kalisi-sana gore-
hep o yazin duraginda olmaktandi.

ah, mevsimlik isciler bahcelerde gul
koklayicilari, benim gozumun dusmesi
hep bahcevanlara! ki yasatmak: suda
gemilerdi kagittan sana, siradan
yazlarken herkese: yasamak.

evet yazdi, uc ayin icinde gizlenen
sevgili. o cumlesine gorunen geceleri,
boynunda bir ebem kusagi olandi gun iicnde
aradigi sairin, ay: gok-yuzunde, ilk yaz
bahceleri. -ask sevgide miracti-:

ey, kalbin hep o yaz semahi hali.


3.2.05


Cambridge Aralik 2004

Wales - March 2004


From a trip to Wales in March 2004, bloody cold and snowy - knee high. We have climbed 3 mountains in one day, tiring...

Werling Dervishes - 2004


"Werling Dervishes" Londra Queen Elizabeth Hall 2004'te gidilen bir sema gosterisinden..."Ya oldugun gibi gorun, yada gorundugun gibi ol"

Haz ve Izdirap - Halil Cibran

Sonra bir kadin konustu:"Bize haz ve istiraptan bahset."

Ve o cevap verdi:

"Hazziniz, istirabinizin maskesiz halidir.Ve kahkahanizin yükseldigi ayni kuyu,sik sik gözyaslarinizla dolar.

Baska türlü olabilmesi mümkün müdür?Istirabin içinize kazidigi alan ne kadarderin olursa, o denli çok hazzi içerebilir.

Ve sarabinizi tasiyanla, çömlekçinin firinindayanan ayni kadeh degil midir?

Ve sesi ruhunuzu oksayan lavta, daha öncebiçaklarla oyulan tahtayla bir degil midir?

Kendinizi neseli hissettiginizdekalbinizin derinliklerine inin.

Farkedeceksiniz ki, size bu sevinci veren,daha önce üzülmenize neden olmustu.

Üzgün oldugunuzde, tekrar kalbinize dönün.Göreceksiniz ki, daha önce sevinciniz olanbir sey için agliyorsunuz.

Bazilariniz, "Haz, istiraptan daha anlamlidir" der;digerleri ise, "Hayir, istirap daha anlamlidir".

Bense, ikisi birbirinden ayrilamaz, diyorum.

Onlar beraber gelirler.Ve siz, bir tanesiyle masanizda otururken,unutmayin ki, digeri de yataginizda uyuyordur.

Gerçekte siz, hazzinizla istirabinizarasinda bir terazi konumundasiniz.Sadece bos oldugunuzda, hareketsizve dengede kalabilirsiniz.

Bir hazine avcisi, altin ve gümüsünü tartmak içinsizi kullandiginda, haz ve istirap kefeleriniz,ister istemez, yükselip alçalacaktir."

2.2.05

Sefiller - Les Miserables

22 Ocak 2005 - Nihat ile Londra'da Sefiller'in muzikalini izliyoruz, son derece keyifli. Ertesi gun Muzikal hakkinda genel bir yazi yazdim, asagida...

Yoksullarin, ezilenlerin ve anlasilamayanlarin dunyasina isik tutan unlu muzikal SEFILLER
1800’lu yillarin unlu romancisi Victor Hugo’nun ayni adli eserinden uyarlayan Sefiller dunyanin en unlu muzikallerinden biri sayilir. Ilk sahnelendigi gunden bu yana 50 milyon izleyicisi ile 38 ulkeye ulasmis ve 21 farkli dile cevrilmistir. Londra’da ilk sahnelenmesinin ustunden 19 sene gecmesine ragmen hala kapali gise oynamaya devam eden bir basari oykusu sunar izleyenlere.

Aslinda muzikalin bu kadar basarili olmasinin arkasinda romanin kendisinin de cok populer bir eser olmasi yatiyor. Zira Sefiller’in ilk Paris baskisi 24 saat icinde tukenmis ve cok kisa bir surede tum Avrupa’da dikkatleri uzerine toplamistir. Tarihte cok az roman toplumlarin gidisatinda boylesine derin etkiler birakip, yoksullarin, ezilenlerin ve anlasilamayanlarin dunyasina bu derece isik tutmustur.

19. yuzyil Fransa’sinda gecen oyku Paris’in yeralti ve yerustu dunyasinin bir panoramasini gozler onune serer. 19 yil pranga mahkumiyetinden sonra sartli olarak tahliye edilen Jean Valjean’in hayat hikayesidir anlatilan. Toplumdan dislanmis olmanin verdigi zorluklar sonucu Digne piskoposuna siginarak yeni bir hayat kurmaya calisan Valjean icin olaylar hic de istedigi gibi gelismez. Sadece Digne piskoposu kendisine iyi davranır; buna karşın zorlu acı yıllar geçiren Valjean piskoposun bazı gümüş eşyalarıni çalarak ona ihanet eder. Valjean polis tarafından yakalanır ve geri getirilir. Piskoposun kendisini kurtarmak için yalan söylemesi ve buna ek olarak iki değerli şamdan hediye etmesi Valjean'ı çok şaşırtır. Böylece Valjean hayatına yeni bir başlangıç yapmaya karar verir.

Bundan sonra bir kacis ve kovalamaca baslar. Valjean şartlı olarak tahliye koşuluna aykırı hareket ettiği için adını Monsieur Madeleine olarak değiştirmiş; bu süre içinde hem bir fabrika sahibi, hem de belediye reisi olmuştur, cok basarili olmasina ragmen, bir gun karsisina onu mahkum eden ve yillardir pesinde olan Javert cikar ve onu tanir, bunun uzerine Valjean kacar ve baska bir sehire, Montfermeil’e siginir…

Hikaye 1815-1932 yillari arasinda gecer. Sirasi ile Digne, Montreuil-Sur-Mer ve Montfermeil adli uc sehirde gecen yillardan sonra Paris’te noktalanir.

Sefiller muzikali tutkularin, askin, coskunun ve kardesligin haykirisidir. Duygulu ve heyecan dolu hikayesi ile kimileri icin bulunmaz bir macera, kimileri icin bir ask seruveni, kimileri icinse guclu bir tarihsel belge olarak algilanir. Siz hangisini secersiniz bilemeyiz ama muzikalden ciktiginiz da, romantik edebiyat akiminin bu en unlu eserinin neden bu kadar populer ve unutulmaz oldugunu eminiz anlayacaksiniz.

Yer: Queen’s Theatre, Shaftesbury Avenue, W1.
Metro Istasyonu: Leicester Square
Gosteri Saatleri: Pazartesi - Cumartesi 19.30 , Matineler Carsamba ve Cumartesi 14.30 Bilet Fiyatlari: £15-£45
Bilet almak icin:
www.ticketmaster.co.uk, www.seetickets.com


Tayland - Aralik 2002

ARABA ILE MACERA DOLU KUZEY TAYLAND

Tayland'a ilk ayak basis noktaniz baskent Bangkok ise kendinizi hicte yabanci hissetmeyebilirsiniz, cunku Bangkok havaalanindaki atmosfer size Istanbul`daki Yesilkoy havaalanini bir nebze bile aratmayacak. Gece ucagi ile Tayland'a ucuyoruz, ilk hedef Bangkok`dur ileri, baska hedefimiz olmadigi icin oradan sonraki hedefimizi havalaninda sabah saatin altisina kadar Burger King aliyor. Plansiz programsiz yola cikisin acilarini 6 saat Burger King'in sandalyelerinde oturduktan sonra anliyoruz. Arabami, ucakmi, tur sirketimi derken sonunda sabahin ilk isiklari ile birlikte Chiang Mai'ya dogru yola cikiyoruz.

Ilk otelimiz Lai Thai'de 600 Bahti bayila bayila oduyoruz, oysa henuz bunun kaldigimiz en pahali otel oldugunu bilmiyoruz. 2 kisilik bir Suzuki jip kiralayip kendimizi Kuzey tayland'in dagli tasli yollarina birakiyoruz tabiri yerindeyse. Benim harika harita bilgim! sayesinde bol bol kayboluyoruz. Bundan sonraki bir hafta boyunca da harita okumanin hemencecik ogrenilemeyecek bir yetenek olduguna karar verip kaybolmaya devam ediyoruz ama bir yandanda Tayland hukumetine bol bol dua ediyoruz, eger arada bir yazilan ingilizce isaretlerde olmasa kendimizi bulmamizin imkani olmayacagi icin…

Yollar meskenimiz oluyor bu bir hafta boyunca, kaybolmalarimiz, soguk, kutu kahve icmelerimiz, dillerini bilmeden pazarlik yapma kabiliyetimiz ve asindirdigimiz yollarda tanistigimiz insanlar bize Tayland'i unutulmaz kiliyor. Yolda tanistiklarimiz kimi zaman universiteli iki otostopcu, kimi zaman onalti kisilik bir aile, kimi zaman bir jipin arkasinda davul calan cocuklar, kimi zaman torununu kucaklamis bir nine, kimi iyi, kimi kotu, kimi candan , kimi turist diye bizi somurmeye merakli.

En cokta kuzey Tayland'in o kasaba senin bu kasaba benim diye gectigimiz yollari arkadasimiz oluyor, bize tum guzelligi ile Tayland'i tanitan daglar, kimi zaman hala bir yerlerde ilkel bir yasamin devam ettigini gosteren huzurlu koyler, hashas ceken yasli koylu halki, masum cocuklar, tozlu toprakli kimi zaman telefon kulubeli en kucuk koyler ve hepsinin otesinde bambaska bir yasayis tarzi, degisik bir kultur, atalari, inanclari ve yasam tarzlariyla insanlar…Gittigimiz yerlerden kimi zaman aklimizda ne yol isaretleri kalir, ne yedigimiz yemekler, ne aldigimiz hediyeler ama insan cehreleri hep akillarda kalir, cunku en buyuk gercek yuz hatlarinda yasanir.

Tayland'dan bir dolu ani ile ayriliyoruz, tabi bu benim icin cifte ayrilik oluyor, cunku ayni zamanda abimdende ayriliyorum, o yeni kesifler pesinde Singapur'a bense bu bir hafta boyunca her gun andigim yasadigim topraklara…

Sapanca - 2000

KÜÇÜK BİR HAFTASONU KAÇAMAĞI

İstanbul'u çok seviyorsunuz, İstanbul da sizin icin "bırakılamayan, terkedilemeyen sevgili" ama yine de arada bir ondan uzaklaşmak, tıpkı bir sevgili gibi araya özlem sokarak onun daha fazla değerini anlamak istiyorsunuz. Eğer bu cümlelerde sizin İstanbul'la olan ilişkinizi anlatıyorsa, sizin de bizim gibi küçük bir haftasonu kaçamağına ihtiyacınız var demektir.

Ve işte Sapanca kaçamağı tüm yönleri ile…

Ne İstanbul'dan çok uzak, ne de çok yakın, tam ideal bir haftasonu kaçamağı için uygun. Arabayla yola çıktığınız zaman Sapanca'ya vardığınızı anlamak hiç de zor değil, çünkü olabildiğince büyük Sapanca gölü tüm güzelliğiyle sizi karşılıyor. Bizim haftasonu kaçamağımız Sapanca gölünün etrafındaki köylere yapılan bir yolculuktan oluşuyor. Hele ki sizin de bir gün bizim gibi fotoğrafın Ara Güleri olma hayalleriniz varsa, demek ki doğru yerdesiniz çünkü Sapanca'nın köyleri sizlere sadece harika manzaralarını sunmakla kalmıyor, en güzel portre resimlerinize de tükenmez bir kaynak olma görevini üstleniyor tıpkı bir dolu afacan çocuğun objektiflerimize gönüllü poz vermeleri gibi. Bizim gezdiğimiz köyler arasında Eşme, Aşağıdereköy ve Maşukiye var. Köylerdeki güzel yaşamları özümleyip, yeterince resim çektik diyorsanız, büyük bir ihtimalle karnınız acıkmaya başlıyor.

Sapanca yemek yemek için her köşe başı sizlere değişik seçenekler sunuyor, ister yol kenarından meyva, sebze alıp gölün kenarında piknik yapın, ister Sapanca'nın ünlü alabalığını kendiniz pişirip yeme zevkine varın. Yemekten sonra olurda şehir hayatını özlemeye başlarsanız sizin için de bir alternatif olarak Sapanca'nın merkezini öneriyoruz. Küçük iş hanları, güzel caddeleri içinde küçük bir yolculuğa çıkabilir ya da göl kenarında bir kafede oturup güneşin batışının tadına varabilirsiniz…Gezinizin sonunda eminiz ki sizler de bizim gibi İstanbul'a kavuşma hayalleri içinde yanacaksınız, ama her zamanki bildik sebeplerden dolayi değil, bu sefer resimlerinizi bir an önce fotoğrafçıdan alıp Sapanca'dan ne kadar çok anı ile ayrıldığınızı görmek icin…


Sapanca Gölü'nün güzelliğini anlatan bir şiir…

Batan güneş kıpkızıl kor
Suları al, dağları mor
Gönlü sevinç dolduruyor
GEL GİDELİM SAPANCAYA

Altın renkli kumsalı var
Al yelkenli sandalı var
Elma yüklü gül dalı var
GEL GİDELİM SAPANCAYA

Dağları türkü söyler
Cennet midir zümrüt köyler
Güzelliği gönül eğler
GEL GİDELİM SAPANCAYA

Akşam gökten Yıldız iner
Dalgaların sesi diner
Kıyılara gölge siner
GEL GİDELİM SAPANCAYA

Gece tren atlas kuşak
Kıyılara dolanarak
Göle serper yakut şafak
GEL GİDELİM SAPANCAYA

Çimenleri yeşil İpek
Sen türküler söyleyerek
Elma derviş etek etek
GEL GİDELİM SAPANCAYA

Zeki Tunaboylu, Mustafa Koç
Göl-Deniz Şiirleri, Isparta

Singapur - Aralik 2002

Singapur - Uzakdogu'nun aslani
Singapur belki cogunuz icin birsey ifade etmiyor olabilir, haritada yerini bile tam bilmeyenler cikacaktir, nasil bir ulke, hangi kulturler yasar, yasar ne yasar ne yasamaz!, dinleri nedir ne yer ne icerler... Itiraf etmeliyimki 2000 yilinin aralik ayina kadar Singapur hakkinda bunlari bende bilmezdim ta ki sevgili agabeyim orada is bulup yasamaya karar verene dek. Temizligini, insanlarin kurallara bagliligini, 3.5 milyon nufusun kucucuk bir adaya nasil sigdigini, uzak dogunun en onemli is merkezlerinden oldugunu, degisik 3 kulturun bir arada kardesce yasadigini hep abimden ogrendik. 1,5 yil bu ulke hakkinda herseyi dinledikten sonra artik bir ziyaret zamani gelmisti.

14 saat uzunmu uzun bir gece yolculugundan sonra Singapur Changi havaalanina ayak bastigimda yaklasik 30 saatlik bir uykusuzlugun yuku ile ayakta durmaya calisiyordum. Neyseki tam zamaninda agabeyim imdadima yetisti . Havaalanindan disariya ilk adim attigimda insani aniden carpan nemli ve sicak havayi unutmak mumkun degil, zaten Singapur 12 ay ayni sicaklikta ve nemli tropikal havasi ile bu duyguyu her ziyaretcisine tattirmakla unluymus. artik singapur denildiginde, aklima ilk sicak ve nem geliyor.

Singapur hakkindaki ilk izlenimden sonra sira geliyor anilardaki Singapur'u gercegi ile karsilastirmaya…Evet Singapur kesinlikle cok temiz ve duzenli bir ulke. Yerlerde cop, sigara izmariti, heleki sakiz bulmak imkansiz. Sakiz sokmanin belkide yasak oldugu tek ulke dunyada. Caddeler boyu uzanan tropikal agaclar size, dunyanin diger ucunda olsaniz bile tropikal bir adada oldugunuzu hic unutturmayacak.

3 kulturun, Cinli, Malezyali ve Hintlilerin bir arada yasadigi bir ulke ve sizlere bu kulturleri tanimak icin buyuk bir firsat sunuyor. Cin mahallesi (China Town), Maley mahallesi (Maley Town) ve Hint mahallesinde (Little India) bu ulkelerin yemekleri, insanlari, dinleri, ibadet yerleri ve yasayislari hakkinda pek cok bilgi edinebilir ve guzel anilarla donebilirsiniz.

Ulkenin iki ana merkezi var, biri alisveris merkezi olan Orchard caddesi (Orchard Road), digeride is merkezi olan Raffles Place. Orchard caddesi gun boyu kalabalik olmasi ile ve her adim basi olan alisveris merkezleri ile unlu. Caddenin keyfi en guzel gece yasaniyor, hem uzerinizde yakici bir gunes olmuyor, hemde caddenin isiltisini, insanlarin civiltisini en guzel seyretme zamani oluyor. Eger yilbasi zamaninda gittiyseniz dahada buyuk bir coskusu var mavi ve beyaz goz kirpan isiklarla suslenmis. Aralik ayinda gittigimde ulkede tam bi festival havasi yasaniyordu. Hristiyanlarin Noeli, muslumanlarin Ramazan bayrami, cinlilerin kendilerine ozgu yeni yili (Chinese new year), birde herkesin kutlayabilecegi yeni yil eklenince her tarafta buyuk bir cosku, gittiginiz her yerde bu festivalleri kutlayan susler ve yazilar ve hepsindende guzeli hepsini yanyana asmis olmalari, tam bir birlik havasi hissi birakiyor Singapur'u gezenlerde.

Raffles Place'e gelince, ulkenin is merkezi, her an insan kalabaligi, gokdelenler, alisveris merkezleri ve godelenlerin onunden gecen sevimli bir nehir ve nehrin kenarinda bulunan bir aslan heykeli (Merlion) ki bu heykel ulkenin simgesi…

Gelelim ulkede gezilecek yerlere…ulke o kadar kucukki isterseniz bir gunde butun adayi turlamak mumkun. Sole adanin bir genel havasini solumak istiyorsaniz sizde benim yaptigim gibi metroya atlayip bir bastan diger basina kadar bir gidin, metroda insanlari, disaridaki degisik yapilari izleyin…Deniz kenarinda harika parklari var, bir tanesi Pasir Ris, digeri ise Sentosa Adasi. Sentosa adasindan teleferikle sehrin merkezine donmek ve tum adayi birde kus bakisi gormek mumkun

Tabiki tum bu gezilecek yerlerde dolasirken birde sicakla bas etmek var listemizde…Yakici nemli sicagin altinda bunaldiginiz anda kendinizi kapali bir mekana atmaniz imdadiniza yetisecektir cunku metro ve otobus dahil Singapurdaki butun kapali alanlarda klima mevcut. Ozelliklede evlerde ve restoranlarda karsilasacaginiz fanlarsa sicaktan kurtulmanin en kolay yolu…Singapurda 4 mevsimin hepside yaz olarak gectigi icin ulkeye ne zaman gittiginizin pekde bir onemi yok, yanlizca kasim, aralik ve ocak aylari sagnak yagislarin bol oldugu bir donem.

Singapur'a gideceginiz zamani iyi secin, festivallerin zamanina dek getirirseniz , ulkenin kulturunu dahada bir ozumleme sansina ulasabilirsiniz. Bir baska tavsiye ise: Turk havayollari Singapur'a ucarken ilk once Tayland'da duruyor, bu sisteme stopover deniyor, ve sizlere ister gidis, ister donus yonunde Tayland'da istediginiz kadar kalma olanagi sunuyor, sadece Tayland'in havaalani vergisini odemek zorundasiniz. Bu sistem sayesinde iki yakin ulkeyi ayni anda gezebilir, hem paradan hemde zamandan kazanabilirsiniz.

Singapur hakkinda dahada fazla bilgi edinmek isterseniz asagidaki adres bire bir.http://www.newasia-singapore.com/

The Bosphorus Bridge, Istanbul


The Bosphorus Bridge in Istanbul which links Asian and the European side in Turkey. Definetely the best view you can get of Istanbul is from here.

Zeyrek'te 3 Hanimefendi


Burasi Istanbul'un Fatih Belediyesine bagli eski ahsap evleri ile unlu ZEYREK semti, poz verende 3 seker hanimefendi. Eger gitmediyseniz muhakkak gidilip gorulmesi gereken bir semt.

Uzungol, Karadeniz


This photo is taken in Uzungol, in the Black Sea (Karadeniz) region of Turkey. It is absolutely heaven. Posted by Hello

Bozcaada - Temmuz 2004

“Bozcaada’ya bir giden mutlaka bir kere daha gider” demisti beni bu guzel, sirin ada ile tanistiran dostum. Ve eklemisti, “bu adaya bir gelen mutlaka bir parcasini burada birakarak gidiyor, belki de bu yuzden insan o biraktigi parcasini bulmak icin tekrar adanin yolunu gozluyor”. Simdi ben bu yaziyi yazarken ayni duygular icindeyim, ama bu sefer durum ciddi galiba, sanki kalbimi birakmisim bu 36 kilometrekarelik minik adada.

Sadece 3 gun gecirdik bu adada, ama ilk bakista askti bizimkisi, hemen asik olduk, hemen koyuverdik kendimizi onun kollarina, ruzgarina, denizine, insanina, kalesine ve yesiline.

Burasi Turkiye’nin Marmara ve Gokceada’dan sonra ucuncu buyuk adasi, bence en guzeli desem kizarmisiniz bilmem ama belki bir ziyaretten sonra veya bu yazinin sonlarina dogru bana hak verirsiniz kimbilir. Bozcaada Canakkale Bogazi’ndan 19 kilometre uzaklikta, eski adi Tenedos ki bu ad Homeros, Aristoteles ve Strabon’un eserlerinde de bol bol yer aliyor. Peki neden Bozcaada denmis ismine? Ada ters ucgene benzemesi ve yaz aylarinda uzaktan boz gorunumu nedeniyle bu adi almis.

Ada yazlari cok kalabalik, merkezi devamli bir cumbus halinde, adaya yeni gelenler, geri donus icin feribotu bekliyenler, bir kafede dinlenenler, bir cay molasinda meydandaki cinar agacinin altinda bulusanlar, kendi baglarindan topladiklari yapraklari satan adali kadinlar ve cocuklar, herkes bir mesguliyet bulmus adanin rengine renk katiyor.

Simdilerde ada yazlari oldukca kalabalik, pek cok deniz kenari tatili yapmayi seven yerli turist geliyor, birde Canakkale’ye yakinligini ve oradan gelebilecek gunubirlik yada haftasonu gezginlerini katarsak ortaya oldukca kalabalik bir manzara cikiyor. Adada temmuz ve eylul ayi arasinda devamli poyraz esiyor, belki de eskiden cok turist almamasinin sebebi bu, simdilerde yeni acilan kafeler, barlar ve restoranlari ile ozelliklede genc kusaga hitap ettigi icin cok sevilen ve ziyaret edilen bir tatil yeri olmus. Bunun iyimi kotumu oldugunu soylemek cok zor, bir yandan bu adanin sirinligini kaybetmemesini dilerken diger yandan da herkesin bu guzelim ada ile tanisma hakki oldugunu dusunuyorum.

Kalabaliktan cok bunaldiysaniz, bundan kurtulmak yurumek ile sadece 20 dakikanizi aliyor, sonra alabildigine yesilliklerin baglarin icindesiniz, bir tarafiniz da deniz tabiki...Bisiklet kiralama yerleri var, dilerseniz sabah erkenden adanin etrafinda birde bisiklet turu var, onada katilabilirsiniz.

Ilk once biraz tarih
Antik cagda bir ara Persler’in egemenligindeymis, sonra sirasiyla Helen, Roma ve Bizans egemenliklerini yasadiktan sonra 1377 yilinda Venediklilerin eline gecmis. 1381 yilinda Cenevizlilerin de adaya saldirmasi sonucunda ortaya cikan anlasmazlik Torino Antlasmasi’yla son bulmus ve ada bosaltilmis.

Bozcaada’nin Turkler ile tanismasi ise Fatih Sultan Mehmed doneminde Umur Bey’in baskini ve adanin Osmanli topraklarina katilmasi ile olmus. Bu donemden sonra Venedikliler adayi bir kere daha ele gecirmisler ama 1697’de yapilan Bozcaada Deniz Savasi’ndan sonra ada tekrar Osmanli topraklarina katilmis. 1807’de Ruslar adayi isgal emis, ve kalesi ile birlikte tum ada talan edilmis. Bozcaada Kalesi tekrardan ayaga kalmasini ise Sultan 2. Mahmud’a borclu, yil 1842. Bu kadarla kalmiyor, adanin kaderinde olan birsey sanirim isgaller, 1912’de Balkan Savasi ile birlikte ada Yunanlilarin eline geciyor ve Canakkale Savasi sirasinda Osmanlilara karsi bir us olarak kullaniliyor. Ve nihayetinde 1923 yilinda Lozan Antlasmasi ile Turkiye’nin topraklarina tekrar katilmistir.

Goztepe
Adanin en yuksek noktasi Goztepe, gercekten ismi gibi bu tepe bir goz gorevini ustlenip size Ege denizinde olusan kara parcalarini ve onlarin tarihlerini gozlerinizin onune seriyor.

Kuzeydoguda Homeros’un olumsuzlestirdigi savasin gectigi yer Troya. Kuzey yonunde ise Canakkale Bogazi’nin girisi, biraz daha kuzeyde Gokceada, eski adi ile Imroz. Onun arkasinda gorunen tepenin adi ise Semadirek adasinin tepesi Fengari. Bu tepenin tarihteki ozelligi ise Homeros’a gore Troyalilarin amansiz dusmani deniz tanrisi Poseidon’un Troya savasini izledigi tepe olmasi. Bu tepenin diger yonlerinden manzaraya devam edelim isterseniz.

Tepeden kuzeybatiya dogru baktigimizda kirik dokuk kaya parcalari ki uzerinde Mondros limanininda bulundugu Limni Adasi var. Tepeden tam batiya dogru baktigimizda ise ucsuz bucaksiz bir bosluk ve altinda piril piril Ege denizi.

Guneye dogru bakildiginda ise karsimiza hayal meyal Midilli diger adi ile Lesbos adasi.

Henuz bitmedi, simdi sirada guneydogudan gozlemler var, buradan Anadolu’nun son ucu Bababurnu, Edremit Korfezi ve Zeus’un Troya savasini seyrettigi meshur Kaz Dagi var, bu dagin eski zamanlardaki ismi ise Ida Dagi.

Ada'nin denizi
Denize ilk ayak bastiginizda, Ege’nin soguk sularina alisik olmayanlari bir supriz bekliyor olabilir, sahsen bana oyle olmustu. Adalilarin tabiri ile deniz suyu burada civi gibi. Temmuz ve agustos ayinda ozellikle su daha da soguk, bunun nedeni ise denizin dibindeki dogal su kaynaklarina bagliymis. Eylul ayi ile birlikte sular isiniyormus, biz buna sahit olamadik.

Ada'nin evleri ve sokaklari
Bence Bozcaada’yi Bozcaada yapan kesinlikle hala kendinden odun vermemis olan evleri ve sokaklari. Meydanda pek cok yikik dokuk ev olmasina ragmen restore edilmis evleri gorunce insan seviniyor. Hala ilk halleri ile ayakta duran evler ise en guzelleri, rengarenk camlari, parmakliklari ve ihtisamli tahta kapilari ile tam bir goze hitap eden renk oyunu. Sokaklarinda hala parke taslari, evlerin onunde ise muhakkak rengarenk cicekler var, yazin guzel kokularini etrafa yaymaktan hic cekinmeyen eflatun, sari ve beyaz renklerine burunmus aksamsefalari ise en guzelleri. Kapi onlerindeki ciceklerin cogu 5 kiloluk zeytinyagi kutularina ekilmis, Ege ve Akdeniz sahillerinde bu manzara ile sik sik karsilasiriz aslinda.

Ben Bozcaada’nin evleri ve sokaklari ile ilk kez 1999 yapimi bir Turk filmi olan Gule Gule ile tanismistim. Defalarca bikmadan izledigim bir Metin Akpinar-Zeki Alasya filmidir, bir ask oykusudur, Metin Akpinar suretini bir kere gordugu bri Kubali bayan ile yillarca mektuplasir, her yil Kuba’ya gitme hayalleri kurup sonunda gitmeyi iyice kafasina koydugu bir anda aniden hastalanir, teshis kanserdir. Gencliginden beri adada beraber yasayan 4 arkadasinin onun icin yaptigi feadakarliklari anlatir bu film. Dostluk, askin halleri, ve bir ada icinde gecen hayati anlatan oldukcada duygusal bir oykudur. Iste bu film ile ilk defa adanin sokaklarini dolasmistim, ilk defa Ayazma plajini, bag evlerini, sahildeki restoranlari, kaleyi gormustum.

Nerede kalalim?
Ada’da ilk gecemizi Kaikias otelinde geciriyoruz, mimar bir cift isletiyor burayi, ikiside cok seker ve yardimseverler, sanki yillardir dostlariymissiniz hissine yakalanabilirsiniz. Otel denizin hemen yaninda, buradan Bozcaada kalesini de gorebilirsiniz, cunku otel tam merkezde, feribottan inince iki dakika suruyor yuruyerek. Neoklasik tarzli, yerel Rum evi atmosferinde , denize karsi icinde guzel bir kitapligi olan bir kafesi ile sirin bir otel. Ada da bulundugumuz zaman birde buranin sahibi Ismail Bey’in sergisini gormek kismet oldu, sergi Rengigul Sanat Evi’nde idi. Rengigul’un sahibi Ozcan Hanim’in ayrica ayni isimle birde konukevi varki gorulmeye deger. Kapisinin disinda demirden bir kalp, kalbin icinde de bir ask melegi var, bunun disinda buranin hicbir sekilde reklami yok, icine girdikten sonra reklama ihtiyaci olmadigini zaten anliyacaksiniz. Bu konukevinin harika bir bahcesi, kocaman bir masasi, birbirinden guzel cicekleri var, evin icinin en onemli ozelligi ise tum duvarlarin resimlerle kapli olmasi, cogu Ozcan Hanim’a hediye edilmis. Bu kadar kalinacak yerler hakkinda konusmak yeter, adada gezintimize devam edelim...

Ne yiyelim?
Sira geldi aksam yemeklerimizi nerede yedigimize, merkezde sahile indiginiz zaman sira sira dizilmis balik lokantalarini goreceksiniz, onlardan bir tanesi bizim favorimiz, adi Koreli. Iki tane subeleri var, biri merkezde digeri ise adanin unlu Ayazma plajinda, biz ikisini de denedik, ikisi de calisanlari, yemekleri ve atmosferi ile harika idi. Eger merkezdekinde balik yiyorsaniz, masanizin altindan misafiriniz eksik olmuyor, tahmin ettiniz saniyorum, Bozcaada’nin kedileri bunlar, lokantalarin etrafinda siraya girmisler sanki, o kadar cok varki, bir tanesi ile arkadaslik yapmak sart! Ayazma’da yemek yerken yan masamizda gitar calan neseli bir grup vardi, onlar sayesinde yemegimize canli muzikte eklendi ve boylece harika bir aksam yemegi yemis olduk, ha bu arada Ayazma’daki Koreli denizin tam karsisinda.

Aksam yemegimizden donerken bir alman kari koca otostop cekiyorlardi, onlari da merkeze kadar goturduk, 50 yaslarinda kendi isleri ile mesgul olan bir ciftti. 1 yilligina islerine ara vermisler, 2 ay Turkiye turu yapmislar, yeni istikametleri Hindistanmis, orda ne kadar kalmayi planliyorsunuz diye sorunca, “ne kadar zamanda bitirebilirsek, zamanla yarisimiz yok” dediler, insan ozeniyor boyle ciftleri gorunce ozeliklede bu yasta. Birkac kelime turkce ogrenmisler, hatta onlari almak icin durdugumuz zaman adam bize turkce “merkeze gidiyormusunuz” dedi, yurdumuzda simdi ozellikle genclerin ozturkceyi kullanmayi reddeddikleri bir zamanda bir almanin gelip bu soruyu turkce sormasi son derece guzel bir deneyim.

Bu arada yol boyu dinledigimiz bir sarki var, sanki Nazan Oncel bizler icin yazmis:

Bir kavusturur / bir ayirir yollarBir aglatir / Bir guldurur yollarBenim de yollarda aklim var / Benim de hayatta gozum varGel binelim benim otomobile / geze geze gidelim her yere

Gunbatimi
Adaya gelipte bir gunbatimi izlemeden gitmek olmaz, bunun uzerine deniz kenarinda bir yere oturuyoruz, yanimizda da Canakkaleli bir aile var, anne, baba ve Mustafa adinda 25 yaslarinda bir genc. Minubusleri ile gelmisler, hem gezip hem konakliyorlar minubuslerinde, biz gunbatimini izlerken onlar piknik yapiyorlardi, bizide davet ettiler, bunun uzerine bir meyvalarini yedik, cok seker bir aile idi, Mustafa dalmayi sevdigi icin senede bir kac kez gelirlermis buraya. Onlari orada birakip ayriliyoruz ama ada cok kucuk oldugu icin bu aile ile ileriki iki gun boyunca da karsilasiyoruz, hatta bir seferinde Mustafa’yi dalarken yakaliyoruz...

Soyle bir toparliyacak olursak...
Adada yapmaniz gerekenleri soyle bir siralayalim simdi:Eger araba ile geldiyseniz tum adayi bir kere turlayin, bag evlerini gorun, gunbatiminda arabanizi guzel bir yere cekin, doya doya gunbatimini izleyin ama ise acele karistirmayin sakin, cunku burda oldugunuzda zaman durmali, ani yasamalisiniz.

İkinci olarak tum meydan ve ara sokaklari yuruyun, eski tarz evleri gorun yenileri ile karsilastirin. Evlerin onundeki ciceklere dikkat edin, renklerine bakin bakalim baska yerde boyle guzellerini gordunuzmu?

Eger Agustos ayinin baslarinda gidiyorsaniz, Kaikias otelin kafesinde her yaz Ilyada okumalari yapiliyor, onlara katilabilirsiniz, pek cok unlu yazarinda katilimi ile gerceklesiyor, bu yaz Haluk Sahin ve Cevat Capan gelecekti. Bu konuda bilgi icin Kaikias otelinden veya Rengisu Konuk Evi’nden bilgi alabilirsiniz.

Sahilde muhakkak balik lokantalarindan birine girin, hepsinde ayni baliklari ve guzel bir servis bulucaginiza emin olabilirsiniz, o yuzden akliniza geleni, yada hangisinin masa ortusu rengini severseniz ona oturun! Eger poyraz biraz fazla esiyorsa ve daha kuytu bir yerde olmak istiyorsaniz bu sefer yine meydanda yer alan sokaklara dizilmis masalari, ve gece harika aydinlatilmis olan restoranlardan bir tanesini secebilirsiniz.

Sira geldi biraz tarihi eser gezmeye, buyrun Bozcaada Kalesi’ne, aksam 6’ya kadar acik, 24 saat giris serbesttir diye bizim gibi umutlanirsaniz ertesi gunu beklemek zorunda kalirsiniz, kalenin degisik noktalarindan Bozcaada’yi farkli acilardan gorebilir ve panaromik resimler cekebilirsiniz.

Ve simdi denize girme zamani, benim favorim Habbeli Plaji, cunku Ayazma Plaji gibi kalabalik degil, toplam 50 kisi ya var ya yok, kucuk ama enfes ogle yemekleri sunan birde restorani var, tertemiz bir deniz, guzel bir kumsal...Ayazma Plaji genellikle cocuklu ailelerin yada daha fazla restoran, kafe meraklilari icin ideal cunku sahil boyunca dizilmis restoranlar mevcut, burada gun boyu bol bol muzikte dinleyebilirsiniz, Habbeli ise kafa dinlemek isteyenler icin bire bir.

Ada’dan ayrilma vaktiniz geldi ise Ada’dan bir hatira almadan sakin donmeyin, bu hatirayi orda biraktiginiz kalbinizin yerine sayarsiniz! Neler alabilirsiniz sorusuna bir iki ornek: Haluk Sahin’in Bozcaada Kitabi adli kitabini alabilirsiniz mesela, icinde cok guzel ve keyifli bilgiler var. Baktiniz gezi sonunda pekde paraniz kalmamis o zaman elinizdeki alternatif, sahile inip Bozcaada’nin o guzelim denizinde deniz kabuklari toplamak.

Isinize yariyacak bir iki telefon numarasi:
Kaikias Otel: 0286 697 02 50
Rengisu Konukevi: 0286 697 81 71
Koreli Restoran: 0286 697 80 98

 

Zirve100 Site ekle
Photography Art Blogs - BlogCatalog Blog Directory