31.3.05

Stockholm'de Olum -BUKET UZUNER

- Daima dostum B.L. için -

"Askere gitmeyi reddettiğim içim, babam da beni evlatlıktan reddetti." Sinirli bir kahkaha atıyorsun. Şakaklarında damarlar dışarıdan görülür biçimde zonkluyor. "Askere gitmek yerine, iki yıl düşük ücretle sivil görevli olarak çalışacağım. Belki bir çıcuk yubası, belki bir Barış Enstitüsü ya Afrika Yardım Progarmı'nda." Durup dağılmış parçalarını topluyor, boğazını temizliyor, daha sakin devam ediyorsun: "İki yıl uzun bir süre, ama olsun. Hiç değilse barış için çalışmış olacağım!" Cebinden bir paket sigara çıkartıyorsun; Prince. Öakmağı yakarken ellerinin titrediğini görüyorum. Oturduğun yerde iğneler varmış gibi kıpır kıpır, rahatsızsın. "Uzun bir dilekçe yazdım. Neden savaşa karşı olduğumu, silahlara ve savunma bütçelerine harcanan paranın kısılması gerektiğine inandığımı anlattım. Bu nedenle askere gitmeyi reddettiğimi belirtip, imzaladım." Bir an durup, beni süzüyorsun. Hiç tepki vermeden dinliyorum. "Dilekçemi Savunma Bakanlığına yolladım. Bir kopya da babama postaladım. Benimle gurur duyar diye..." Yine dağılıyorsun. Şakakların atmaya başlıyor, gözün seeyriyor. Tıpkı bir oğlan çocuğu gibi oturuyprsun karşımda. "Benim gibi bir oğlu olmadığını yazdı bana. Zaten beni hep beceriksiz ve idealist bulurdu babam, böylece kurtulmış oldu benden, hah ha!" Berbat bir kahkaha, vahşi bir sesle ağzından fışkırıyor. Bakışıyoruz. Beceriksizce toparlanmaya çalışıyorsun. Titreyen ellerin yeniden Prince paketine uzanıyor. "Ellerim hep böyle titrer benim, yeni bir şey değil!" diyorsun. Sesinde apaçık bir kafa tutma var. Sarı ipek saçların, başında ipil ipil salınıyorlar. Gözlerinin yumuşak, berrak maviliğinde bazen inatçı parıltılar yanıp sönüyor. Sakalın saçlarından bir ton koyu. Burnun çok özenerek, kalemle çizilmiş gibi düzgün, kanatsız, ucu kalkık. Çok güzel iri dudaklar, sağlıklı bembeyaz dişler. Bebek teninde ne bir sivilce, ne bir özür. Her şey öyle mükemmel, öyle göz alıcı ki; seyretmeye doyamıyorum. Böylesi bir güzeelik gerçekten var olabilir mi? Olursa, bana bu kadar yakından kendini seyrettirebilir mi? Gerçek misin diye dokunmak istiyorum, düş kırıklığına uğramaktan çekinip vazgeçiyorum. Onun yerine eve dönüp Venedik'te Ölüm'ü bir kez daha okuyorum. Bir film şenliğinde tanışıyoruz. Fransız Sinemasını çok iyi tanıyor, uzun uzun anlatıyorsun. Fransızcanın aksansız olduğunu anlıyorum hemen. Uzun boyuna bakıp, seksenbeşten fazla olmalı diye düşünüyorum. Dar kalçaların ve uzun bacakların sımsıkı bir kadife pantolonun içinde çok çekici görünüyor. Şık bir gömlek üzerine, nefti bir süveter giymişsin. Kahverengi süet montun ve botların var. Tırnakların düzgün kesilmiş, ellerin bakımlı ve sürekli titriyor. Amerikan sineması ucuz filmler için çok para harcıyormuş... Lafını pat diye kesip, soruyorum: "Bu kadar yakışıklı olmak nasıl bir şey?" Şaşırıp kalıyorsun. Biraz utanıp, sonra sevinçle gülümsüyorsun. "O ben miyim?" Evet, seni hem çok güzel, hem de çok yakışıklı buluyorum. Dakikalarca, bazen saatlerce seni seyrediyor, yine de bıkmıyorum. Dehşetli bir haz bu! Ne zaman sokakta beraber yürüsek, kadınların kıskanç bakışlarını üzerimde duyumsayıp, kıkır kıkır gülüyorum. Oysa sen bütün bunları görmezden geliyorsun hep. Öünkü: "güzelliğin kalitesi olmalı" diyorsun. Tepeme dikilip, güzelliğin, akıllı ve aydın olmak anlamına geldiğini binlerce kez tekrarlıyorsun. Kendi güzelliğini "vulgar" buluyorsun. Kavgalar ediyoruz. Alooo, Evet. Bir daha söyler misiniz? - Yoksa sen misin Lasse? - Heyy, neredesin? - Stockholme'e mi gidiyorsun? - Dur bir dakka, şimdi neredesin? - Harika! - Efendim? - Ayy çok heyecanlandım - Sesini duymak ne güzel - Elbette çok isterim - Nasıl özledim seni - Tamam - Yeri ve tarihi iyice belirt - İki günde gelir mektubun - İnanamıyorum ki! - Çok sevindim - Tamam - Hoşöakal, Ha det bra! "Yine de bende bir şeyler eksik!" Somurtup bakıyorsun yüzüme. "Hayır" diyorum. "Bu senin kuruntun. Haksızlık ediyorsun kendine. Üç yabancı dili aksansız konuşuyorsun. Felsefe tahsil ediyorsun. Çılgınlar gibi okuyorsun - Carlos Castenade krizindeydin o günlerde. - Resim ve sinema bilgin, uzmanları kıskandıracak denli zengin. - Geçen hafta resim klübünde Francis Picabia saatinde seni yine güçlükle kürsüden indirebildik. - Sonra biliyorsun, inanılmaz bir güzelliğin var..." "Yine de bende bir şeyler eksik." "Saçmalama Lasse, harika bir insansın sen. Söyle bakalım, cebindeki son parayı Küçük Paris Lokantasında balıklı krep suzet yemeye yatıracak çılgın birisini tanıyor musun?" İlgisizi görünmeye çalışarak, ama bütün kulaklarınla dinliyorsun. "Sonra, sevgilisi en yakın arkadaşıyla çekip gitti diye bir yıl dünyadaki bütün kadınlardan nefret edip fakat yeniden 'Dünyanın en harika kadınına' çıldırmış bir heyecanla âşık olacak kadar duygusal, cıak bir başkasını tanıyor musun? Galiba çok mükemmelsin ve bu da sana bol geliyor, bunalıyorsun!" Ciddi miyim diye yüzümü arıyorsun. İnanınca, sevinçle gözlerin parlıyor. Kollarını boynuma dolayıp, soruyorsun: "Sahi beni böyle mi görüyorsun?" Öfekelenip, yerimden fırlıyor, bağırıyorum: "Hayır, seni böyle görmüyorum, sen böylesin!" Güzel yüzün gölgeleniyor, surat asıyorsun. "Yine de senin gibi olamıyorum. Benden yalnızca iki yaş büyüksün, ama on yıl fazla akıllın." Öaresiz bir sesle bininci kez tekrarlıyorum: "Çünkü hangi konularda kendime güveneceğimi bi-li-yo-rum!" Suçlu suçlu yüzüme bakıyorsun: "Gördün mü, bende bir şeyler eksik." Aloo, aa merhaba, nasılsın? - Evet, mektubunu aldım. Vize alabilirsem geleceğim - Evet iki gün için vize - Hayır, şaka yapmıyorum, vize gerekiyor - Bir aksilik çıkmazsa haftaya Sockholm'de olacağım - Ne harika değil mi? - Ah seni ne çok özledim sevgili Lasse! - Ben de - Efendim? - Ben de merak ediyorum, sakalın uzun mu? - Sürpriz mi? Peki - Hayır, en ucuzu feribotla gelmek - Viking Line - On dört saat sürüyor - Tamam. Hoşçakal - Hei. "Ne zaman sinemaya, lokantaya, ya da konsere gitsem, bütün başlar bana dönük, işte yine yalnız, işte yine burada diye düşünüyorlar. Bakışları derimin altına dek giriyor. Kaşıntı yapıyor, terliyorum... Ne paranoyak değil mi? Ha hah." Deli bir kahkaha atıyorsun. "Evet" diyorum. "Gerçekten öyle. Fakat neden başkalarının ne düşündüğünü bunca çok önemsiyorsun? Biraz da kendini düşünsene Lasse." Yanıma gelip oturuyorsun, ne güzel kokuyorsun yine. Gözlerini yüzüme dikip, beni seyrediyorsun. Bense bu güzelliğe doyamıyorum bir türlü. Ne katıksız, ne olağanüstü bir güzellik bu! Yumuşacık bir sesle soruyorsun: "Sen yanımdayken neden kendimi böyle güçlü hissediyorum?" Pazularımı gösteriyorum. Gülüşüyoruz. Başını omzuma dayıyorsun, konyaklarımızı içerek, televizyondaki filmi halının üzerinde sarılmış, uzanarak izliyoruz. Güzelliğine bu kadar yakın olmaktan dehşetli keyifli, seni ve televizyondaki filmi izliyorum. Aloo Lasse, vize vermiyorlar bana - Hayır, özel bir nedeni yok - Söylemez olur muyum hiö - Evet iki gün turist vizesi için dünyanın işlemi yapıllıyor - Çok canım sıkılıyor elbette - Efendim? - Ne bileyim ben - Biliyorsun işte, Avrupalı olmayan herkes sakıncalı onların gözünde - İstemez olur muyum hiç? Heyy, saçmalıyorsun şimdi, beş yıldır ne zaman görüşeceğimizi sormadım mı hep? - Evet, biliyorum - Telefon rehberinden bulacaksın - Bir yararı olacağınıı sanmıyorum - Telefona Bitkanen adlı bir kadın çıkacak, ırkçı bir kadın - Evet, dikkatli ol - Tamam - Peki, bekliyorum. Hoşçakal. Hei hei. "Herkes bizi sevgili sanıyor." Bakışıyoruz. annesinden habersiz çukulatalı pastanın hepsini yemiş çocuklar gibi, biraz suçlu, biraz gizli, ama çok keyifle gülüyoruz. "Elbette" diyorum. "İki yıldır aynı evde yaşıyoruz, partilere, sergilere, film klüplerine, konserlere beraber gidiyoruz. Gül gibi geçiniyoruz. Ama ikimizin de başka sevgilileri var." Yine pastayı çalmış çocuklar gibi gülüşüyoruz. Pasta'yı aşırdığımızı kimse bilmiyor, bu bizim en büyük sırrımız. Bu yüzden keyifleniyoruz. "Neden o adamla evlenmiyorsun?" diye soruyorsun. "Seninle mutluyum" diyorum. "Neden bana âşık olmuyorsun?" Bu kez gülmüyoruz. Derin bir nefes alıyorum, "Sen âşık olamayacağım kadar mükemmelsin Lasse" diyorum. Sessizce kabulleniyorsun. Bir daha hiç sormuyorsun. Sen sormuyorsun ama, annen pek meraklı. Yabancı bir gelini olacağını sanarak çok telaşlanıyor. Sık sık, bir bahane bulup, kente geliyor, bizde kalıyor. Armağanlar getiriyor, bir koltuğa oturup, sigara içiyor, beniz süzüyor. Ne kadar güzel bir kadın diye, annenden edindiğin burnu ve dudakları bu kez yan yana seyrediyorum. Fakat onunkisi çok soğuk ve mağrur bir güzellik. Kırk beşinde buzdan yapılmış çok güzel bir heykel o. Kumral saçlarıma, yeşil gözlerime bakıp, renksiz bir sesle soruyor; "Ben, sizin oralıları hep esmer sanırdım, yoksa ailenizde bir Avrupalı mı var?" Hele boyumun ondan uzun olmasına açık açık canı sıkılıyor. "anneniz ve babanız avukatmış?" Kendi ortaokul diplomasını düşünüp, yüzü geriliyor. "Sizin oralarda kadınlar üniversiteye gitmez sanırdım ben". Sen konuyu değiştirmek için, Paris'ten özellikle onun için seçtiğin parfümü veriyorsun. Konu değişiyor, ama annen aynı. "Teşekkürler Lasse, çok naziksin." Oysa nasıl istiyorsun, sıcacık kucaklasın ve öpsün seni. Ne annen, ne de baban yapmıyorlar bunu. Baban kente geldiğinde, aramıyor bile, otelde kalıyor, "...bir yabancı gibi otelde kalıyor" diye çok kederleniyorsun. "Babamla şöyle karşılıklı birer kadeh şarap içip, çene çalmayı nasıl isterdim" diyorsun. Gözlerinde, "dokunsan dökülecek" gözyaşları sımsıkı hapsolmuş, bana bakıp babanı özlüyorsun. "Seni anlıyorum." diye geveliyorum. Masaya vurup, öfkeyle fırlıyorsun. "Hayır, anlamıyorsun! İnsan yaşamadığı şeyi anlayamaz. Boşuna ığraşma, tamam mı, uğ-raş-ma!" Bağırdıkça yanakların pembeleşiyor. Suluboya bir tablo gibisin. Pembe, mavi, sarı tonları... Güzelliğin rengârenk yayılıyor mutfağa. Bir sigara yakıyorsun. Seni seyretmeye doyamıyorum. Aloo, evet - Hei hei - N'aaptın? - Telefon ettin mi? - Göçmen Bürosuna mı? - Ne diyorsun, harika! - İnsan Hakları Komisyonuna mı şikayet edeceksin? - Hah haa, korkmuşlardır - Tabii, büyük skandal olur - Irkçılığa karşılar ya! - Çok iyi etmişsin - Yetişir mi dersin? - Tamam - Heyy, neler de beceriyorsun artık - Oldu - Vizemi bekliyorum - Hoşçakal, Ha det. "Else çok evcil bir kız aslında. Hayattan bütün beklediği bir koca ve iki çocuk, bir köpek, bir ev ve araba. Düşünebiliyor musun?" Yıl sonu yazılı ödevimi hazırlıyorum, başımı kaldırıp, ilgisizce "Ne var bunda, insanların büyük bir kısmı bunu bekliyor hayattan" diyorum. Elimden tutup çekiştirerek, mutfağa götürüyorsun, kahve yapmışsın, mis gibi kokuyor. Kahvelerimizi koyarken, kırgın bir sesle devam ediyorsun. "Ama bana başka biriymiş gibi davranıyor. Yani başka birisini oynuyor. Asıl amacı, benimle evlenip, istediği kocayı elde etmek" Yine mutfakta oturuyoruz. Bu ahşap, iki katlı eski evin iki yıldır en çok mutfağını kullanıyoruz. Küçük masanın başına oturup, geceler boyu, kahve ve konyak içerek hayaller kuruyoruz. Sen ünlü bir filozof olacaksın, kuramların bütün dünyada, bütün dillerde tartışılıyor olacak. Bense Sanat Tarihçisi olarak ünleneceğim. Bizans ve Viking sanatçıları üzerine boy boy kitaplarım basılacak. Kimi seversek sevelim, birbirimizi hiç bırakmayacağız. Paris'te bir apartman katı kiralayacağız. En şık restoranların, konser galalarının ve sergilerin en zarif çifti olacağız. Mutfağın camından arka sokaklara bakıyorum. Paket taşlı, daracık sokağı, iki sokak lambası aydınlatıyor. Hiç tükenmeyen yağmurun sesi, tanıdık bir şarkı gibi her gece çalıyor. Sokaktaki bütün evler karanlık, bir tek biz uyumuyoruz. Ne kadar keyifli mutfak geceleri yaşıyoruz... "Else çok hoş bir kız" diyorum. Canın sıkılıyor, ters ters bakıyorsun. "Ne demek bu?" Bilmiyorum ki, cevap vereyim. Damarına basmak için olacak, üstüne üstüne gidiyorum. "Evlen, olsun bitsin" diyorum haince bir gülümsemeyle. "Hayır" diyorsun, "Ben başka şeyler istiyorum" Susuyorum. "Ne istiyorsun?" diye sormuyorum. Ne istediğini bilmiyorsun ki... Sokak lambası siyah bir altıgen kutu. Küçük, buzlu altı camı var. Sana bakıyorum. Yirmi üç yaşındasın ve köstekli saat kullanıyorsun. Aloo, Lasse - Evet benim. - Pasaportum ve vizem geldi - Araya uygar bir Avrupalı girince verdiler vizemi - Irkçı herifler! - Tabii, skandaldan çekindiler besbelli - Efendim? - Tamam, yarın Stockholm'deyim. Sekiz'de rıhtımda olacağım - Görüşmek üzere, hoşçakal - Hei. "Madrid'e gidiyorum. Okulu da bıraktım. Sakın neden diye sorma!" Sesinde tehlikeli pırıltılar var. Eşyalarını topluyorsun. Hiç konuşmadan seni izliyorum. Her şey kötü, dünya pis, insanlar sevgisiz... Olumlu tek bir şey yok! Günlerce odandan çıkmıyorsun, kimseyle konuşmuyorsun. Yemek yemiyorsun. Her zamanki kısa krizlerin sanıyorum önce, fakat bu kez çko ciddi. Benimle bile konuşmuyorsun. Anneni arıyorum. Gelmesi her şeyi daha da berbat ediyor. Öyle beceriksiz ve yapmacık bir sevgiyle yaklaşıyor ki, iki saat sonra ilk trenle geri dönmesi daha yapıcı oluyor. Else çoktan evlendi. Baban telefonu yüzüme kapatıyor. Çok içiyor, sarhoş dolaşıyorsun. Bazen yakalayıp, toparlanmanı, direnmeni istediğimi anlatıyorum, saatlerce dil döküyorum_ ya bağırıp, beni odandan kovuyorsun, ya da başını omzuma dayayıp, çıldırmış gibi ağlıyorsun. Mutfakta yalnız başıma oturuyorum artık. Ne yapmam gerektiğini düşünüp soruyorum. Bulamıyorum. Geceleri altıgen sokak lambasına soruyorum, aptal aptal bakıyor. "Madrid'e gideceğim. Akdeniz kurtaracak beni". Bavulun hazır, ayakkabılarını giyiyorsun. "Fakat" diyorum, "Fakat kaçmakla kurtulamazsın, başın hep omuzlarının üzerinde olacak nereye kaçarsan kaç." Yüzüme bakıyorsun, gözlerinin altı koyu halkalarla gölgelenmiş, nasıl yorgunsun, nasıl hırpalıyorsun kendini. Birden bavulunu alıp, fırlıyorsun. Kapıyı açıp, arkan bana dönük, kavgaya hazır bir sesle "Sen böyle her şeyin hep en doğrusunu bilmeye devam ettikçe, ben boğuluyorum!" diyorsun. Kapıyı hızla kapatıp gidiyorsun. Ev sarsılıyor. Öylece kalakalıyorum. On beş dakika sonra gemi Stockholm'ün Tegelviks Limanı'nda olacak. Geminin tuvaletlerinden birinde, heyecanla dudaklarımı boyuyorum, saçımı tarıyorum, beş yıl sonra seni nasıl bulacağıma dair tahminler yürütüyorum. Artık otuz yaşında, Barış Araştırma Enstitüsü'nde işi gücü olan genç bir adamsın. Geçen zaman içinde kartlar, mektuplar ve kısa telefon konuşmaları, ancak haberler taşıdı bana, oysa ben seni, en çok o inanılmaz güzelliğini özledim ve bu yüzden çok heyecanlanıyorum. O güzellik ki, hiçbir canlıda böyle uyumlusunu görmediğim... Rıhtımda bekleyen kalabalıkta seni seçemiyorum. Bir süre aranıyorum. Derken gözlüklü, kısacık saçlı bir genç adam gelip beni kucaklıyor ve yanaklarımdan öpüyor. Fakat bu sen olamazsın. Çantamı alıp, koluma giriyorsun, sürüklercesine beni arabana götürüp, yerleştiriyorsun, yola koyuluyoruz. Fakat sen araba kullanmaktan hep çekinirdin, trafikten nefret ederdin, motorlu araçlardan hoşlanmazdın... "Senin için iki gün sempozyumdan kaçacağım" diyorsun. Teypte Fransızca bir şarkı: Hiç değilse bu değişmemiş. Gözümün ucuyla seni süzüyorum. Sakalını ve bıyığını kesmişsin, kısacık Amerikan stili saçların, iri çerçeveli gözlüklerinle, bol, plili kumaş pantolonun, devetüyü şık paltonla yine çok zarif, yine çok hoşsun ama, bu daha çok "Genç İş Adamları" tipinde bir görüntü, oysa sen... Her şeyi anlamış gibi, "Biraz YUPPIE gibi değil mi?" diyorsun. Çok huzursuz ve yabancılaşmış, yanında oturuyprum. Keşke gelmeseydim! Kahvaltı ediyoruz. Yüzünde, biraz eski ifadeni, o çok güzel delikanlıyı arıyorum, sanki her şey çok ustaca maskelenmiş. Bulamıyorum. Gözlerinin kenarlarında kırışıklıklar, sakin, kontrollü, yakışıklı bir adam, hepsi bu. Çok sıradan. Keşke gelmeseydim. Sigara ikram ediyorsun, yakarken ellerinin hâlâ titrediğini fark ediyorum. Paketi masaya bırakıyorsun: Prince. Yüzüme bakmadan soruyorsun: "Hayal kırıklığı mı?" Yalan söylüyorum. "Hayır, değişikliğe alışıyorum." Kahvelerimizi açık büfeden yenileyip masaya döndüğünde, "Evet," diyorsun, "Evet, değiştim. Toplu yerlere yalnız gittiğimde, kimsenin ne düşündüğünü umursamıyorum artık. Fakat sen aynısın; yalan söylerken gözlerime bakamıyorsun." Gülüyoruz. Gülerken bir ara seni buluyorum, sonra yine kaybediyorum. İki gün Fransız Lokantalarında yiyor, Stockholm'ün eski mahallesi Gamla Stan'da kolkola dolaşıyor, Modern Müze'de uzun uzun Picabia seyrediyor, eskileri, ortak tanıdıklarımızı konuşuyor, tiyatroda Hiroşima Sevgilim'i izliyoruz. Else'nin üç oğlu olmuş, yine gülüyoruz. Fırsatı kaçırmıyor, soruyorum: "Peki ya sen Lasse?" Kısacık anlatıyorsun. Senden altı yaş büyük, çok zarif, ressam bir sevgilin varmış, işinden zevk alıyor, okuyor, yazıyormuşsun. Annene armağanlar almıyormuşsun artık, Noel'lerde bir kart atıyormuşsun, son yıllarda kendinle barışık yaşıyormuşsun. Sesindeki içtenliği duyuyor ve sana inanıyorum, ama nedense içim eziliyor, âdeta kederleniyorum. Ne utanç! Oysa sevinmem, mutlu olmam gerekmez mi? İşte başarmışsın, kendini kurtarmış, akıllı, sağlıklı bir adam yaratmışsın, dağılıp eriyeceğine... Her şeyinin, tüm yeteneklerinin ve aklının önüne çıkıp, onları ikinci planda bırakan güzelliğini konrtol altına almışsın, kendine güvenin gelişmiş; çağımızın adamı olmuşsun işte... Peki ben ne haltetmeye böyle hüzünleniyorum? Bilmiyorum. Anlatılmaz bir keder soluk almamı engelliyor, nefes nefese kalıyorum. Çok aptalca buluyorum bu halimi. Seni kaybetmiş gibi hüzünleniyorum. İyi ama, sen hiç benim olmadın ki. Sen bir erkekten çok, katıksız güzelliktin. Bambaşka bir tutkuydu benimkisi... Pazar gecesi limanda kucaklaşıyoruz. Yolcular bilet kontrolünde kuyruk olmuşlar, yarım saat sonra Stockholm'den ayrılacağım. Bir daha ne zaman görüşeceğiz, bilmiyorum. Pek çok kederliyim. Bana çiçekler, çukulatar almışsın, çantama tıkıştırıyorsun. Artık ayrılmamız gerek, elini tutup, "Yeniden görüşmek üzere Lasse" diyorum. Sesim öyle dramatik ki; en ucuz melodramda bile daha kötüsü olamaz. Rezalet! Elimi avuçlarına alıp, "Heyy" diyorsun. "Hey sevgili, çok sevgili kadın, yine de bende bir şeyler eksik." Hayretle bakıyorum. Gözlüklerini çıkartıp, sıcacık gülümsüyorsun: İşte o güzel oğlan çocuğu, karşımda, bana bakıyor. "Bende hep bir şeyler eksik olacak, ama bütün dünya değil, yalnız sen bileceksin bunu artık." Sevinçten gözlerim doluyor. Kucaklaşıyoruz. "Sizin oralarda kadınlar üniversiteye gitmez sanırdım ben, hem boyunuz da benden uzun!" diyorsun annenin sesiyle abartarak. Kahkahalarla gülüyoruz. Vapurum kalkıyor. Limanda bana el sallayan yeni-genç adama bakıyorum. Pastayı aşırdığımızı kimse bilmiyor, bu bizim sırrımız ve bu yüzden keyifliyiz. Tarihsiz bir mutlulukla gülümsüyorum. Kasım 1985, Finlandiya.

İnsan ruhunun anahtarı - Orhan Pamuk

Dostoyevski'nin insan ruhuna ilişkin anlattıkları, hayata dair temelbilgilerdir. Onun kimi romanlarının bulunmadığını, kimilerinin de kötüçevirilerinin olduğunu fark edince, toplu eserlerini yayıma hazırlamayatalip oldum

ORHAN PAMUK

İSTANBUL - Dostoyevski'nin eserlerini diğer klasiklerden farklı kılanözellik 150 yıl sonra sanki dün yazılmış gibi hâlâ aynı zevkle okunabilmesi.Çarlık Rusyası'nın 150 yıl önceki toplumsal koşulları, günlük ayrıntıları,siyasal dertleri üzerine kurulu olmuş olsalar da bu romanları bugünküdertlerimizden bahsediyor gibi okuyabiliyoruz. Özellikle de Türkiye'de durumböyle. Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası'nda olduğu gibi günümüzTürkiyesi de Doğu ile Batı, radikal devrimci düşler ile son derece gericibir tutuculuk ve din ile modernlik arasında bölünmüş durumda.Dostoyevski'nin bütün bu karmaşa içinde ele aldığı (inanmak-inanmamak,din-dinsizlik, radikal devrim-amaçsızlık, bir cemaate bağlı olmak-yalnızlık,modernlik-gelecek gibi) temalar bizim için hâlâ geçerli. Dostoyevski'ninkültürel zamanına yeni yeni yaklaştığımızı düşünürsek, sözünü ettiğimiztemaların 150 yıl öncesine göre daha çok etkilediğini söyleyebiliriz.Dostoyevski'nin ve Çarlık Rusya'nın 150 yıl önce yaşadığı problemleri şimdidaha çok yaşıyoruz.Dostoyevski'nin toplu eserlerini yayına hazırlamaya ben talip oldum. Bundanaltı ay evvel Dostoyevski'nin eserlerini şöyle bir gözden geçirirken,Türkiye'de bu romanların bazılarının yeni basımlarının yapılmadığını,yapılanların da ortalıkta bulunmadığını fark ettim. Piyasayı son derecekötü, kısaltılmış, berbat çeviriler doldurmuş. Dostoyevski'yi hakkınıvererek okumak isteyen; bu işe yeni başlayan herhangi bir gencin iyiçevirilere ulaşma imkânı yok. Bunun yerine kötü yayınevlerinin, aslındanyani Rusçadan yapmadığı ve barbarca kısalttığı çeviriler piyasayı sarmış.Her Dostoyevski romanının üç-dört kötü çevirisinin olması beni rahatsızetti. Bunlar hem romanların prestijini ve güzelliğini öldürüyor, hem degördüğüm kadarıyla bu kitaplar satmıyor. Bu yüzden yeni basımlarıyapılmıyor. Öncelikle şunu söylemek isterim; İletişim Yayınları ticarikaygıları ön planda tutan bir yayınevi değil. İletişim Yayınları'nınortakları ve karar sahibi arkadaşlara bu öneriyi götürdüğümde hiçbiri buişin ticari yönüne bakmadı. Onlar ticari olarak sadece, "Orhan Pamuk bunaönsöz yazacak, çevirimiz de iyi yapılacak. Bu diziye ilgi gösterilir" diyedüşünmüş olabilirler. Sonuçta yayınevindeki arkadaşlarla konuşupİletişim Yayınları'nın Dostoyevski dizisi yapmasının iyi bir fikir olduğukonusunda anlaştık. "Dizinin editörlüğünü ben yapayım" dedim ve böylecebaşlamış olduk. Hayatımda ilk defa bir dizinin editörlüğünü yapıyorum, fakatbu durumun çok fazla büyütülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünküçevirilerin büyük bir bölümü hazırlanmıştı ve ben de bunların çoğunu okudum.Benim yaptığım kitaplara birer önsöz yazmaktı.Dostoyevski'nin yaklaşık 20kitabını yayımlayacağız. Önsöz yazmak çok tüketici ve yorucu bir iş. Dizininbütün kitaplarına önsöz yazmasam bile Dostoyevski çapındaki başka yazarlarınonun için yazdığı önsözlerini kullanacağım ya da günümüz yazarlarından önsözisteyeceğim. Kitapların arka ve ön kapakları benim için önemli.Dostoyevski'ye yakışan, güzel kitaplar yapmaya çalışıyoruz. Belki ticariolarak zayıf bir proje ama uzun vadede başarılı olacağına inanıyorum.Diziye 'Karamazov Kardeşler'den değil de, 'Cinler'den başlamamızın ikisebebi var. Öncelikle piyasada olmayan ve hemen çıkarmamız gerekenDostoyevski kitabı buydu. İkincisi, 'Cinler' benim en çok sevdiğimDostoyevski'nin iki romanından biridir. 'Cinler' ile 'Karamazov Kardeşler'arasında kararsız kalırım. Bu iki roman Dostoyevski'nin en önemliromanlarıdır ama bizim yayımlayacağımız 'Karamazov Kardeşler'in çevirisibaşka bir yayınevinde de var. Onun için böyle başladık. Dizileri en iyikoşullarda gerçekleştiremiyoruz. Bazıları piyasada olmuyor, bazılarınınbitmesini bekliyoruz. Bana göre 'Yeraltından Notlar' da son derece önemlibir romandır. Çünkü 'Suç ve Ceza'dan başlayarak bütün romanlara yansıyanruhu içinde barındırır.Ben bir romancıyım ve Dostoyevski'yi dünyanın en önemli romancılarından biriolarak görüyorum. Beni çok etkilemiştir. Öyle bir etkidir ki bu zarar bileverebilir, çünkü damgasını çok fazla vurur. Dostoyevski, beni romancı olarakdeğil, insan olarak çok etkilemiştir. İnsan ruhu, karakteri hakkında benibilgilendirdi ve hayatı değerlendirişimi etkiledi. O bilgilerle ben hayattakendi yoluma gittim. Beni insanları anlama noktasında zenginleştirdi. Biradam yalancı mı ya da yalan söylediğini bilmiyor mu veya söylediği şeyindoğruluğuna kendisi ne derece inanıyor gibi hayat hakkında psikolojik binbirtürlü gerçeği, daha 18 yaşındayken bana öğretmiş, belki de bu anlamdahayatımda pek çok şey kazandıran bir romancıdır. Bir yazarın zenginliği sizekısa yoldan bir çeşit bilgelik vermekse, Dostoyevski bana bunukazandırmıştır. Ama onun yazdığı dünyanın devamı gibi dünyalar yaratan biryazar olmadım. 'Beyaz Kale'de iki kişi arasındaki iktidar ilişkisinianlatırken Dostoyevski'nin romanlarıyla zenginleşmiş ama onun kitaplarındandoğrudan etkilenmemiş ve bu zararlı etkiden kurtulmuş sayıyorum kendimi.Eğer Dostoyevski olmasaydı, Kafka ve sonrası insan psikolojisi üzerinekurulmuş romanlar ve pek çok şey eksik kalırdı diye düşünüyorum. Altınıçizmek istediğim bir şey daha var; Dostoyevski'nin asıl yaptığı edebiyatıetkilemek değil, insanoğlunun insan hakkındaki fikrini değiştirmekti. Derlerki, Shakespeare insanoğlunun kafasına karakter denilen şeyi soktu. Eskidenkarakterler hakkındaki fikirler daha basmakalıptı. 'Burnu çarpık olan korkakolur,' 'gözü sarı olan daha çok yaşar' gibi görüşler vardı. İnsanoğlununkarakteri, ruhuyla ilgili fikirler Shakespeare'den evvel Aristocu bircetvele dayanıyordu. Shakespeare bize bir üslup, bir çizgi ve bir ruhöğretti. Böylelikle bizler bir insan hakkında fikiredinirken 'nasıl bir karakter, nasıl bir tip' diye sormaya başladık.Shakespeare bize bu kadar derin bir bilgi kazandırdı. Dostoyevski de budüzeyde bir yazardır. İnsan ruhu hakkında bize öğrettiği bilgiler, açtığıkapılar hayata ilişkin temel bilgilerdir ve bu bilgiler hâlâ bu kitaplarıniçindedir. Bu bilgileri izlediğimiz televizyon dizilerinden, annemizin bizeöğrettiklerinden almamız mümkün değil. Belki de Dostoyevski'nin canlılığını,tazeliğini korumasının en büyük nedeni de budur. Çünkü Shakespeare'inöğrettiği şeyleri televizyon dizilerinden de öğrenebiliriz amaDostoyevski'deki bilgiler o kadar derin ve kuvvetlidir ki, her okuyuşumuzdabizi sarsar. Borges'in bir sözü vardır; "Her insan ilk kez denize girdiğigünü ya da ilkokula başladığı zamanı hatırlar. Bir de ilk Dostoyevskiokuduğu zaman hatırladığı sarsıcı etki vardır."

Gece Uzerine

Hayret ki gece yazılır hep şarkılar.. Ve hep gece yaşanır hayatlar.. Bir gece vakti yazılan şarkılar, Geceye yazılan şarkılardır aynı zamanda Ve bir gece vakti yaşanan hayatlar, Sahibini yaralar sadece.. Herkesin gece olabildiği tek şey; hiç kimse olmaktır.. Ve hiç kimsenin , Gecenin içinde hiçbir hükmü yoktur.. Hükümsüz insanlar geçer gecenin içinden, sabaha dek.. Kimileri, bir sokak lambasının fersiz ışığında arar kendilerini.. Kimileri, titrek bir mumun solgun alevinde yitirir benliklerini.. . Kimileri için yaşam henüz vardır.. Kimileri içinse yaşam sonsuz bir kaygıdır.. Bir bebek için, boşluğa fırlatılan çığlıktır gece.. Bir ölü için, mezardaki sığlıktır, iki hece.. Bir yıldız sağanağının altında yaşansa da çoğu zaman, Tek bir yıldızınız bile olmaz size kalan... Bin yıldız geçer de başınızın üzerinden, Bir yıldızdır sevdalandığınız . Sevda olur yıldızın adı da.. Sizsinizdir yine geceye arta kalan.. Bir rüyadır gece, hiç olmadığı kadar gerçek.. Hem geçmiş vardır içinde, hem de gelecek.. Andır, geçmişi ve geleceği bir çırpıda silecek... Sancıdır gece,bilinmeyene gebe.. Bıçaktır gece yüreğinizde, istemeseniz de.. Yalnızlıktır gece ,fildişi kulesinde.. Eski bir dostun eskimeyen sesinde saklı kalan hüzündür.. Saklı kalan aslında, geceden hep gizlediğin yüzündür.. Savaştır gece, orduları olmayan.. Yüzlerce ölü vardır içinizde ve bir o kadar Öldüremediklerinizle.. Kendi kavganızdır gece ,kendi sevdanızdır da.. Ya da ikisinin ortasında, yoğun bir bilmece.. Kimi zaman yıldızdır dostunuz.. Kimi zaman ay, ama kırgınsınızdır hep güneşe.. Gül ile bülbülün hikayesinde, Gülün adı, bülbülün kanıdır gece.. Ve aynı hikayede gece, ilham olur aşka düşen biçare gence.. Leyl'dir gece, kelimelerin en karanlığıdır.. Leyla olur gece, sebebi Mecnunluğundandır.. Yusuf'un gözleridir gece, Züleyha'ya.. Yusuf'un sözleridir gece, Züleyha'ya.. Züleyha bir ince sızıdır ki , Aynı gecelerde, yazgısı düşer ay yüzlü Yusuf'a. Yazıdır gece, semaya yazılan.. Yazgıdır gece, alna kazılan.. Bir sırdır gece, kulağa fısıldanan.. Bir yârdır gece, omzuna yaslanılan.. Kelebeğin kanadında naif doku, Gülün bağrında yaralı koku, Bülbülün sesinde, Hüzünlü buğudur gece... Eylülün ortasında vurulan aşklar gibi, ağlatır gece... Garip bir sonbahar bestesi bırakır da ellerine, Yanaklarından süzülen birkaç damla yaş kalır geriye.. İki dudağının arasında fısıltı, iki sevdanın arasında yanılgıdır gece... Yâre yazılan nâme, Yârdan gelen nağme ve ümitsiz bir başeğmedir gece. Bir sözdür gece ki; telaffuzu yoktur... Bir közdür gece ki; yaktığı yer çoktur... Duaya açılan ellerde, günahın dokunduğu tenlerde, Başka başka bedenlerde, yalvarıştır gece.. Bir kalemdir gece, yazdığı harf adedince, Acı düşer suretine... Bir kağıttır gece, kalem üzerinden geçtiği sürece, yıldız olur gözlerinde... Gece benim... Ben geceyim... İzin ver Ey sevgili! Gecenin içinden gül kokulu yıldızlar toplayıp, Yüreğine serpeyim.... Gece benim ... Ben geceyim.. İzin ver Ey sevgili!... Gece benim, ben geceyim. Gecenin içinden gecerken , İçinden gece geçen yine benim... -La Edrî-

Bedri Rahmi Eyuboglu

Sairim
zifiri karanlikta gelse siirin hasi
ayak sesinden tanirim
sairim
ne zaman bir koy turkusunu dinlesem
sairligimden utanirim

Ulu Pamir Koyundeki Kirgizlar

Van'a 80km uzakliktaki Ulu Pamir koyu bir Kirgiz Koyu.
Boz Keshi - traditional Rugby like game played on horseback (also known as KÖKBÖRi )
KÖKBÖRi - legendary Turkic grey wolf.
Boz OOY - wooden framed felt yurts used by Kirgiz

Cornucopia

Cornucopia: The Latin Cornu Copiae or "horn of plenty", a horn overflowing with flowers, fruit and corn, symbol of prosperity and abundance in the cities of Anatolia.

Anadolu'da sanatcilar tarafindan bolluk sembolu olarak kullanilan ve icinden meyva, cicek ve tahil tasan boynuz seklinde suslu kap.

22.3.05

Ruzgar Gulu

Önümden çekilirsen İstanbul görünecek
Nerede olduğumu bileceğim
Sisler utanacak eğilecek
Ağzının ucundan öpeceğim
Saçına kalbimi takacağım
Avcunda bir şiir büyüyecek
Nerede olduğumu bileceğim
Bu çıplak geceler yok mu
Bu plak böyle ağlamıyor mu
Camları kırmak işten değil
Delirecek miyim neyim
Kirpiklerimden mısra dökülüyor
Kenya'da simsiyah yalnızım
Yoksul bir şilepte gemiciyim
Malezya'da yük bekliyorum
Önümden çekilirsen İstanbul görünecek
Nerede olduğumu bileceğim
Gözlerini söndürme muhtacım
Ben senin aydınlığına muhtacım
Yepyeni bir ilkbahar harcayıp
Bir yaz boğup bir sonbahar harcayıp
Rüzgar gülünü arayacağım
Oran'da Pernanbouc'ta Tombuktu'da
Vinçler yine akşamları indirecekler
Yine karanlığa bulaşacağım
Gözlerin rüzgarda savrulacak
İkimiz iki sap buğday olsak
Sen benim olsan, ben senin olsam
Bir gece vakti aklına gelsem
Uykunu tutsam bırakmasam
Seni kucaklasam, kucaklasam
Birbirimizin kalbini dinlesek
Dünyanın kalbini dinlesek
Büyük ateşler yaksalar
İki güvercin uçursalar
Nerede olduğumuzu bilsek...

Attila İlhan

Yalnizlik

Yilmaz Erdogan - Bana bir seyhler oluyor'dan...

Yalnizlik her kimlige dogustan yazili tek ugrasidir insanin bir yasama sirasinda. Tek sermayesi. Sahip oldugu tek seydir. Kiymetini bilmelidir dedi. Yalnizdir insan. Hep kalabaliklara karisma telasi bundandir.

Kalabalik yalnizliklar, yalniz kalabaliklar olusur sehir sehir, ulke ulke. Kalabalik arttikca artmaktadir yalnizlik da. Insan bir olumu istemez, bir de ondan beter yalnizligi, ama ikisi de muhakkak gelir basina bir yalniz yasama sirasinda. "Olumun degil ama yalnizligin bir tek caresi var dedi" Tek caresi asktir bir yalniz yasama sirasinda nefes almanin. "Ask da zaten iki yalnizin ortak bir yalnizlikta bulusmasidir" dedi. Asik olun. Gosterin birbirinize yalnizliklarinizi.

Nasilsa ayrilik insanin tek kisilik yalnizligini ozlemesi. Sade olum degil, ayrilik da yasamin emri.

Sezen Aksu -

Perişanım Şimdi Söz-Müzik: Sezen Aksu
Ne ağzımın tadı var

ne canda huzur
Gönül nasıl derin bir kederde
Aşkından ümidi kestim hiç olmazsa
Evim şenlensin sohbete gel de
Sen hiç farketmeden kalp kırmadın mı

Merak edip vicdanına sormadın mı
Ne yaptım ben sana bu kadar nihayet
Ben de bir anadan doğmadım mı
Bir daha olmaz

Bin kere tövbe
Kan davası mı bu
Bu nasıl öfke
Perişanım şimdi mutlu oldun mu

Başını yastığa rahat koydun mu

SEVIN DEDI TANRI

Yilmaz Erdogan (Bana bir seyhler oluyor'dan)

Sevmenin pek az cesidi vardir gonul raflarinda. Birini ya da bir seyi seversiniz ya da cok seversiniz.

Ama is sevmemeye gelince sonsuz secenek vardir. Ister sinir olursunuz, gicik olursunuz, igrenirsiniz, tiksinirsiniz, hatta sik sik nefret bile edersiniz. Ne yazik! Ne yazik insan sevmeme cesitlerine harciyor mesaisinin cogunu. Oysa "Sevin" dedi Tanri. Adi sevgili olanlar bile karsilik istiyor kalbinin atesesine. Ben seni seviyorum ama bakalim sende beni benim seni sevdigim kadar seviyormusun?

Oysa "Sevin" dedi Tanri, karsilik istemeden, pazarliksiz sevin, sizi seveni de, sevmeyeni de. Oysa "Sevin" dedi Tanri, once sizi sevmeyenlerden baslayin ise.

21.3.05

TÜRKLERDE NEVRUZ


TÜRKLERDE NEVRUZ GELENEĞİNİN DÜNÜ BUGÜNÜ VE GELECEĞİ
ÜZERiNE

Yrd. Doç. Dr. Ali YAKICI
Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi



Günümüz sözlüklerinde "....yılın ve baharın ilk günü sayılan martın yirmi ikisine rastlayan gün, nevruz günü kırlara çıkılarak yapılan bayram" biçiminde tarifi yapılan "Nevruz"un Türkçe karşılığı "yeni gün" demektir. Eski Türklerin "yenki kün" şeklinde telaffuz ettikleri Nevruz, Türklerle birlikte birçok millet tarafından da "yılbaşı" olarak kabul edilmiştir. Bu gün, güneşin "koç burcu'na girdiği gün olan Rumî 9 Mart, Miladi 22 Mart2 olarak kabul edilmektedir."On iki Hayvanlı Türk Takviminde "yılbaşı" olarak gösterilen bu gün, Kaşgarlı Mahmut'un Divânü Lügâti't-Türk adlı eserinde de yılın başlangıcı, yani "Nevruz" olarak belirtilmektedir. Nevruz'un Türkler tarafından Milat öncesi yıllarda kutlandığına dair bilgiler bulunmaktadır. Milattan Önce 2. yüzyılda yaşamış olan Çin tarihçisi Simaçen'in "Tarihi Hatıralar-Hun Tezkiresi" adlı eserinde "her yıl başı (Nevruz) günü Hun liderleri Tanrı-Kurt Sarayı'nda yeni yılı kutlarlar ve nezirçırak verirler" şeklinde bir bilgiye yer vermektedir. Çok eskiden beri Türk kültüründe bilinmekte ve yaşanmakta olan Nevruz, dün olduğu gibi bu gün de Türk dünyasının çeşitli coğrafyalarında genellik le 21-22-23 Mart'a rastlayan günlerden birinde törenlerle kutlanmaktadır
insan hayatının çeşitli geçiş dönemleri olduğu gibi tabiatın da kendine özgü değişim dönemleri, insanı etkileyen önemli olayları ve gelişmeleri bulunmaktadır. Bunlardan biri de mevsim değişmeleridir. Mevsim değişmeleri içinde ise en etkili olanı "ilkbahar'ın geli­şidir, ilkbahar, gelişiyle bütün dünya insanlarını derinden etkilemiş, insanlar baharın gelişini bir bayram olarak kutlamışlardır. Hristiyan Avrupa kültüründe Paskalya, Bahar Yortusu, Şükran Günü, Cadılar Bayramı gibi çeşitli adlarla ifadesini bulan benzer heyecan ve kutlamalar Asya toplumları ve özellikle Türkler arasında da çeşitli adlarla kültürel hayat içindeki yerini almıştır. Türklerin yaşadığı değişik coğrafyalarda Ihıax ya da Isıakh, Nartukan, Sayil, ilk Yaz Bayramı adlarla da ifadesini bulan bu yeni yıl ya da diriliş bayramı, önceleri Yeni Gün sonradan da Nevruz olarak genel kabul görmüştür. Türklerin ayrıca genellikle Mayıs ayında bahar bayramı olarak kutladıkları "Hıdırellez"e de bu tür kabuller arasında yer verilebilir.
Nevruz'un Farsça bir kelime oluşundan hareketle bu bayramın iranlılar ya da Farsça kökenli dil konuşan diğer toplumlara mal etme düşünce ve gayretleri, menfi bir amaca yönelik uğraştan ya da sığ bir görüşten kaynaklanan bir bayağılık olarak görülebilir. Çünkü iranlılarla Türkler, bugün olduğu gibi tarihin çok eski dönemlerinde de komşuluk ilişkilerinden öte iç içe bir birliktelik içinde olmuşlar, zaman zaman aynı kaderi paylaşmış­lardır. Bunun sonucunda siyasi, sosyal ve kültürel bakımdan birbirlerini etkilemişlerdir. Zaten, bütün diller, alışveriş içinde bulunduğu diğer dillerden etkilenmiştir. Ayrıca, bir dönem Türkçe'nin Farsça tesirinde olması, hatta Farsça'nın tahakkümü altına girmesi Türk­lerin yabancılara olan hayranlığı veya düşkünlüğünün bir sonucu olarak görülebilir. Bilindiği gibi, tahtında Melikşahların, Alparslanların, Kılıçarslanların oturduğu büyük Türk devleti olan Selçukluların resmi dilinin uzun bir süre Farsça oluşu, birçok Türkçe kelimede olduğu gibi Yeni Gün kelimesinin de Nevruz'a dönüşmesi, Nevruz olarak kullanılıp yaygınlaşmasında önemli ölçüde etkili olmuştur. O dönemde, yalnız Türkçe kelimelerin yerine Farsça kelimeler kullanılmakla kalmamış, büyük oranda eserler de Farsça yazılmıştır. Çünkü, Farsça yazılmayan eserler, genellikle Saray tarafından kabul görmemiştir. Dün olduğu gibi bu gün de, Farsça'nın ulaşamadığı bazı Türk coğrafyalarında Nevruz kelime olarak bilinmemekte, Yenki Kün ya da Yeni Gün olarak kullanımı devam etmektedir. Bütün bu gelişmeler Nevruz'un Türklerin kültür tarihinde çok eskiden beri kabul gören ve kutlanmakta olan bir bayram olduğunu göstermektedir.
Çinli tarihçilerin yazdıklarından hareketle Türklerin Hun-Oğuzlar döneminde Nevruz benzeri kutlamalar yaptıkları bilinmektedir. Fakat, Türk kültür tarihinde Nevruz'un kaynağı olarak Göktürkler Dönemi'ne ait olan Ergenekon hadisesi gösterilmektedir. Bu hususu, 19.yüzyıl ve daha önceki dönemlerde Orta Asya'ya seyahat eden ve Türkistanla ilgili olarak gördüklerini seyahatnamelerinde anlatan Batılı seyyahların teyit ettiği, kutlamaların Ergenekon'dan izler taşıdığı ve onunla bağlantılı olduğu araştırmacılar tarafından belirtilmektedir.10
Bütün Türk dünyasında olduğu gibi Türkiye Türkleri de Nevruz'un Ergenekon'la bağlantısının bulunduğunu bilmektedir, inanışa göre Milattan sonraki ilk asrın sonlarında, komşularıyla önceden barış imzalamış, onları dost kabul etmiş ve komşularına güven içine hayatlarını sürdürmekte olan Türkler, düşmanlarının ani bir baskınına uğrayarak mallarını ve canlarını kaybederler. Öyle ki, baskından eşleriyle birlikte kurtulan çok az sayıda genç dışında bütün Türkler düşmanları tarafından öldürülür. Düşmandan kaçıp kurtulan çok az sayıda Türk, Tanrı dağlarının sarp kayalarını aşarak dar bir vadiye sığınır, böylece izlerini kaybettirirler. Aradan dört yüz yıl geçer, bu dar vadide çoğalarak hayatlarını
sürdürmekte olan Türkler, artık o vadiye sığmaz olur. Bu dar vadide hayatlarını güçlükle sürdürmekte olan Türklerin hakan ve diğer ileri gelenleri daha geniş alanlara çıkabilmek için toplanmakta ve çareler aramakta iken gök tüylü ve gök yeleli bir kurt çıkagelir ve bunlara rehberlik eder. Kurt, vadileri çevreleyen dağlar arasından çok küçük bir çıkış yolu bularak oradan gider. Peşinden de kürdü, Göktürk izcileri takip eder. Vadinin dışında çok geniş düzlüklerin ve otlakların olduğunu bulunduğunu gören izciler tekrar vadiye döner, gördüklerini Hakan'a anlatırlar. Hakan, bunun üzerine meşveret meclisini toplayarak çıkış için ileri sürülen görüşleri dinler. Demircilikle uğraşan birinin, demir dağın eritilerek geçit oluşturulabileceği düşüncesi kabul görür. Bunun üzerine tonlarca odun toplanarak dağ ateşe verilir. Üzerinde yük taşıyan bir hayvanın geçebileceği genişlikte bir ge­çit açılır. Buradan tek sıra halinde çıkılarak büyük ovalara ulaşılır. Ergenekon'dan çıkan bu Türkler, yeni coğrafyalarında büyük bir devlet kurarlar, kurdukları bu devlete "Göktürk" adını verirler.11 Göktürkler, daha sonraki yıllarda Ergenekon'dan çıkışı hiçbir zaman unutmamış, her yıl Ergenekon'dan çıkış gününe rastlayan 21-30 Mart tarihleri arasında bu günü törenlerle kutlayarak anmışlardır. Törenler, Ergenekon'dan çıkışta demir dağın eritilmesinde etkili olan ateşlerin yakılmasıyla başlamış, Hakan'ın ateşte kızdırılan demiri örs üzerinde dövmesiyle devam etmiş, diğer beyler de bunu takip etmişlerdir.12 Daha sonra milli ve dini bayram olarak kabul edilen bu gün, Türk kültür ve sosyal hayatını önemli ölçüde etkilemiştir.
Türk dünyasının her coğrafyasında yüzyıllardan beri kutlanan nevruz Türkiye Türkleri tarafından da coşkuyla kutlanmıştır. Osmanlılarda "Nevruz-ı Mübarek" olarak adlandırılan ve her yıl padişahların da katıldığı törenlerle kutlanan nevruzda halka özel olarak hazırlanmış "Nevruziye"13 ler dağıtıldığı bilinmektedir.
Osmanlı Devleti içinde cereyan eden Celali Ayaklanmaları sebebiyle yasaklanan unsurlar arasında yer alan Nevruz zamanla yerini Hıdırellez'e bırakmış, Meşrutiyetin ilanından sonra yeniden bu kutlamalara izin verilmişse de eski önemini koruyamamıştır. Fakat Osmanlı coğrafyası dışındaki diğer Türk bölgeleriyle Anadolu'nun doğusunda, özellikle Kuzey Doğu Anadolu Bölgesindeki Türkler arasında yasağa rağmen kesintiye uğramadan dini nitelikli bir bayram olarak kutlana gelmiştir. Bunun örnekleri henüz Nevruzun çeşitli sebeplerle gündeme getirilmediği doksanlı yıllardan öncede Kars-Igdır ve çevresinde görülmekteydi.14
Bütün bunlar bilinmekte iken ne oldu da Nevruz yeniden gündeme geldi. Bunun biri terörle ilgili, ikincisi Türk dünyasındaki gelişmelerle ilgili olmak üzere iki önemli sebepten kaynaklandığı belirtilmekte ise de bizce asıl önemli sebebi Türk dünyasındaki değişim ve kültürel, sosyal, siyasi ve ekonomik alış-verişlerdeki hızlanmadır.
Bilindiği gibi Nevruz bir bayramdır. Adı ne olursa olsun bir örgüt, bayramı terörün bir unsuru haline dönüştürme çabası içine giriyorsa her şeyden önce o bayrama inanmıyor demektir. Çünkü bayramlar, kavganın savaşın kinin ve kanın olmadığı bansın dostluğun iyilik ve güzelliklerin yaşandığı önemli günlerdir. Türkiye'nin bu bakımdan yalnız terör örgütünün elinden almak düşüncesiyle bu bayrama ilgi göstermesi ve itibar etmesi düşünülemez. Türkiye'nin bu bayrama yakın ilgisi hem kendi içindeki insanının kültürel kabulleri arasında olması, hem de Türk dünyasıyla geliştirdiği dostluk ve kardeşlik sebebiyledir.
Türkiye ilki 1993 yılında gerçekleştirilen Türk Dünyası Dostluk Kardeşlik Kurultayı'nda kabul edilen Türk dünyasının müşterekleri içinde yer almış olması sebebiyle Nevruz'a, kutlanacak olan önemli gün ve haftalar içinde yer vermiştir.
Nevruz'un Türkiye Türkleri tarafından ne ölçüde yeniden kabul göreceğini gelecek yıllar bize gösterecektir. Fakat Batının Noel'i olmak üzere Valentina'sını ve benzeri gün­lerini yılbaşı kutlamaları, sevgililer günü kutlamaları gibi adlarla kabulleri içine almış ya da almakta olan Türkiye Türklerinin, Türk kültür tarihinde çok eski bir geçmişi bulunan ve dün olduğu gibi bugün de Türk dünyasının bir çok bölümünde kutlanan Nevruz'u bir bahar bayramı olarak kutlamaları ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bu bayrama resmi kabuller arasında yer vermesi bizce olması gereken yerinde bir karardır.

17.3.05

Akgun Akova'dan bir siir

Irem - Akgun Akova

Bana şöyle bir bak diyorsun
Alıcı gözüyle, tepeden tırnağa
Yeni dalınmış bir uyku gibi bak
Çobanların söndürmeyi unuttuğu dağ ateşi
Kaleden kaleye uçurulan ak güvercin
Rüzgara emanet edilen fısıltı gibi
Yazdan kalma bir gün gibi bak bana

Bana şöyle bir bak diyorsun
Posta kutusuna gece yarısı bırakılan bir mektup gibi
Kızağından kayıp bitmeden denize inen bir tekne
Gökyüzünün denizyıldızlarıyla dolduğunu gören
Bir dalgıç gibi bak
Akşam kırılmaya başlarken içimde
Dağılan bir ilkokulun zili gibi bak bana

Bana şöyle bir bak diyorsun
Bir ışın demetine sarılır gibi bak
Unuttuğum ve istemesem de
Yüzlerini bir türlü anımsayamadığım
Çocukluk arkadaşlarım gibi

Kahve fincanına damlayan gözyaşı
Kara düşen kan damlası gibi
Diyorsun ki- evet, mavi gözlerinden bile ürpertici bu-
Kınından çıkarılan bir hançer gibi bak bana

Bana şöyle bir bak diyorsun
Yaşama sevincini sana ben veriyormuşum gibi
Sevgilin olmasam da sevgilinmişim gibi bak
Kumsalda bırakılan ayak izi
Kanadın üzerine değen bulut gibi
Kayalıklara sürüklenen bir gemiye
Yanıp sönen deniz feneri gibi bak bana
Çünkü unutmamanın eşiğidir
Ve anımsamanın kapısıdır bakmak
Sevgili İremBunun için bile kibrit çakılabilir
Okyanusun kıyısındaKaranlıkta
Bir kedi gözü gibi

Pençeleriyle dolaşırken aşk.
 

Zirve100 Site ekle
Photography Art Blogs - BlogCatalog Blog Directory